12 Eylül 39 Yaşında. İnadına Demokrasii, Çünkü... - Toplum24
ARŞİV

12 Eylül 39 Yaşında. İnadına Demokrasii, Çünkü...

İNADINA DEMOKRASİ; ÇÜNKÜ...

"...Bugün 12 Eylül.
Takvimlere göre, tam 39 yıl geçmiş 1980'in ardından.
Yarın 40 olacak mutlak...

Kimine göre bir ömrün yarısı.
Bir dönemi yaşayanlar için henüz 39 yıllık bir hayat yolunun yarısı bile değil.
Kimine ise, dinmeyen nice acının, ürküten fotoğrafı.

Aslında, kardeşin kardeşi kırdığı, daha açıkçası, kardeşin kardeşe kırdırıldığı bir zaman boşluğu. Kanlı bir bellek.

12 Eylül 1980'de Türkiye'de demokratik rejimi rafa kaldıran ve askeri müdahaleyi darbe şeklinde gerçekleştiren bir dikta yönetimin geride bıraktığı izler, nice kitaba, nice filme, nice belgesele konu oldu ancak hiçbiri öldürülen, idam edilen insanların ailesi ve sevenleri için geride bıraktığı derin acıyı bugüne değin silemedi.

12 Eylül'ün baskı ve sancısını dolaylı yaşamış biri olarak, yok yere katledilen, telef olan canların geride bıraktığı acının izlerini kolaylıkla görebiliyorum.

Çok zor günlerdi. Kim ve ne olursa olsun, hiçbir insanın haketmediği, inanılmaz kötü ve sonu belirsiz karanlık bir yolculuk gibi geliyordu bana o günler.
Düşünebiliyor musunuz; Yaklaşık 650 bin insan, suçlu-suçsuz gözaltına alınıyor ve tutulduğu yerden çıkıp çıkmayacağını bilemiyor.

Çünkü, aynı süreçte, 50 idam var. Yani, bir değil, iki-üç değil tam 50 can, o dönemde herhangi bir gerekçeyle idam sehpasında, sandalyenin ayaklarının altından kayıp gidişini ve boğazına birşeylerin düğümlendiğini yaşadı.

O günlerde 300 kişinin cezaevinde öldüğü kayıtlara düştü. Ve bunlardan 170'inin ise, işkence sonucu yaşamını yitirdiği söyleniyor.

Bunlar bilinen sayılar kuşkusuz.. Ya bilinmeyenler?...

Düşündükçe bir tuhaf oluyor insan. Yaşama hevesi yitiyor.

Çünkü o yıllara Almanya'ya yeni gelmiş bir genç gazeteci olarak ben de dikkatli bir tanıktım. Milliyet Gazetesi'nin Avrupa baskılarındaki sorumluluğum ile, Türkiye'de eskiden medyadan tanıdığım bir dizi kaçkın aydınla karşılaştım.

Hepsi, can endişesiyle, bir şekilde yurtdışına çıkmış olanlardı bunlar.

Hepsi ayrı bir değer, hepsi mücadele ve gelişim dolu ayrı bir birikim.
Sanatçısından, sendikacısına, siyasi parti yöneticisinden, öğrenci eylemlerinin önderlerine kadar sayısız insan...

Yaşamları zordu. Çok güç koşullar altında, yabanda varolma mücadelesi verenlerdi onlar. Cem Karaca'nın, Köln'deki zor günlerine tanık oldum. Fakir Baykurt, Mahmut Makal gibi öykücü/roman yazarlarının çektiği sıkıntılarda sohbetlerine ortak oldum.

Bir dönemlerin Türkiyesi'nde, ortalığı yer yer titreten Öğretmenler Sendikası TÖBDER'in efsane genel başkanı Gültekin Gazioğlu'nun Frankfurt'taki zorluklarını birebir gözledim.

Bir zamanlar Trükiye'de yanına yaklaşması bile zor görünen kimi mücadele insanının, elinde bir naylon torba ile dar gelirli insanların alışveriş yaptığı ALDI adlı bir yiyecek içecek mağazasından çıkıp, otobüs durağında amaçsız ve boş gözlerle ortalığı kolaçan ettiğini, sanki kafasında zamanın durduğunu, dün gibi şu an bile tüm tazeliğiyle yaşıyorum.

Kimi yıllar sonra, elden ayaktan düşmüş biçimde sessizce döndü ülkesine.
Kiminin ise, cenazesi gönderildi ana toprağına.

Kadife sesine Türkiye'den hayran olduğum Sümeyra Çakır'ın, Frankfurt'ta, üzüntüden kansere yakalanıp, hayatını kaybetmesini, cenazesinin Türkiye'ye gitmesi için yapılan başvuruda çıkartılan engelleri bilen, yaşayan benim.

Şair Nihat Behram'ın, yabanda yaşadığı bunalımı, Uluslararası Kitap Fuarı'nda, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı resmi standı önünde, ruhsal anlamda yaşadıklarını nasıl bir insani isyan olarak ortalığa boşalttığını, yüreğinin gözlerinden daha çok ağladığını hisseden benim.

Hele ismini şimdi hatırlayamadığım ancak kaleminin oldukça güçlü olduğunu hemen hissetiğim bir şairin, Almanya'da açılan bir Trükçe şiir yarışmasında, birincilik ödülüne layık görülmesini, ödül törenini de çok iyi hatırlıyorum.

Beni en çok ağlatan ise, bu başarılı şaire ödül olarak, Türkiye tatilinin verilmesiydi.

Yani farkında olmadan, kötü niyet olmadan öngörülmüş ceza gibi bir ödül.

Ve o kişinin teşekkür konuşmasında: "Kaderin cilvesine bakar mısınız? Ben yurtdışında yaşamak zorunda bırakılmış, yabanda hayatın zorluklarıyla mücadele eden bir şairim. Şiirim birincilik ödülü alıyor ve bana ödül olarak Türkiye tatili öngörülüyor. Ve ben o ödülümü kullanamıyorum. Kendi doğup büyüdüğüm topraklara gidemiyorum" dediğini ve kendini tutamayıp ağladığını yaşayan benim.

Bütün bunları gördükçe de, Türkiye'ye yazık oldu, ancak bu insanlara da çok yazık oldu diyegeldim hep.

Türkiye bence, belleğinden, toplumsal hafızasından çok önemli bilgileri göz göre göre yitirdi.

Yazık oldu, çok yazık!

Dileğim, bu güzel ülkenin, böylesi darbe günlerini bir daha asla yaşamamasıdır.

Herkesin, layık olduğu demokratik hakları özgürce kullanabildiği, birbirinin fikrine ve hakkına saygılı davrandığı, hukuk devletinin egemen olduğu, birey özgürlüğünün anayasal güvence altında bulunduğu, düşüncenin suç olmaktan çıktığı, bireylerin haber alma özgürlüğünün engellenmediği, basın-sanat hürriyetinin "olmazsa olmaz ilke" diye benimsendiği ve bunun da güvence altında olduğu bir Türkiye, tek ama tek dileğimdir.

Bu temenniyi, "Batı böyle yapıyor veya böyle düşünüyor ve istiyor" diye değil, Türkiye'nin güzel insanlarının, buna çoktan layık olduğu ve gerçekten en iyisini ve özgürlüğü hak ettiği için, bir kez daha ve inanarak ve altını çize çize dillendiriyorum.

Demokraside herkese yer var çünkü.
En yüce değer, insandır çünkü demokrasilerde.
Yeter ki, bu sistemi iyi okuyabilelim ve kıymetini bilelim.
Ve demokrasi için sonuna kadar, direnebilelim...

Mehmet CANBOLAT Yorumladı.
Toplum Gazetesi/ALMANYA (YazıYorum: 12 Eylül 2019)

Paylaş

0 Yorum

Yorum Yaz

Yorum yapmak için giriş yapınız.