YENİ MÜSLÜMAN SIĞINMACILARIN ALMAN TOPLUMUNA ENTEGRASYONUNA YÖNELİK BAZI TESPİT VE ÖNERİLER
Dr. h.c. Hüseyin DEMİRTAŞ
Bilindiği gibi sadece geçen yıl Almanya’ya 1 milyonun üzerinde mülteci geldi. İçinde bulunduğumuz 2016 yılında da 800 bin ile 1 milyon arasında mültecinin geleceği tahmin ediliyor. Yine herkesin malumu ki, sığınmacıların neredeyse yüzde 98’i Suriye, Irak, Afganistan gibi iç savaşın sürdüğü Müslüman ülkelerden kaçarak başta Almanya ve diğer Avrupa devletlerine iltica etmiş durumdalar.
Öyle görünüyor ki, önümüzdeki 5 yılda Almanya’daki Müslüman nüfus 5,5-6 milyonun üzerine çıkacak. Daha önce bu rakam 4 milyon civarındaydı ve Müslüman nüfus genellikle Türk ağırlıklıydı. Ancak en geç 2 yıl içinde bu oranın tersine döneceğini ve Arap ağırlıklı hale geleceğini söylemek kehanet sayılamaz. Bu şu anlama geliyor: Almanya ve Alman toplumu yeni bir meydan okuyuşla karşı karşıya. Zira daha öncesinde ve halihazırda Almanya’nın Müslüman nüfusu Türk ağırlıklı ve de bu nüfus aslında şöyle veya böyle Alman toplumuna belli ölçüde de olsa görece başarılı şekilde uyum sağlamıştı.
Kaldı ki, Türkiye kökenli Müslüman nüfus, önemli oranda laikleşmiş, sekülerleşmiş ve batılı değerleri kısmen de olsa içselleştirmiş bir ülkeden geliyorlardı. Ayrıca Türkiye’de son 13 yılda toplumun hükümet eliyle aşırı muhafazakarlaştırılmasına ve kutuplaştırılmasına rağmen, bu durum Almanya’daki Türkiye kökenli Müslümanlar arasında bire bir karşılığını bulamamıştı. Öte taraftan başta Suriye, Irak ve Afganistan’dan gelen Müslüman sığınmacılar arasında ise durum Türkiye kökenlilerden çok farklıdır. Bir kere gerek Suriye, gerekse Irak yakın tarihlerinde her ne kadar laik hükümetler tarafından yönetilmiş olsalar da, (Baba ve oğul Esad’lar ve Saddam Hüseyin laik birer diktatördür ve ikisi de Arap-Sosyalist BAAS geleneğine yaslanırlar) bu iki ülkedeki temel yarılma/çatışma mezhep ayrılığına dayanıyor. Her iki ülkedeki iç savaşlar da Şii-Sünni fay hattında çıkmıştır ve bunun üzerine bina edilmiştir.
O nedenle bu ülkelerden iltica eden sığınmacılar da, zihinlerindeki bu mezhepsel yarılmayı, çatışma ve ayrışmayı; ötekine, farklı olana düşman bakış açısını Almanya ve Avrupa’ya beraberlerinde getirmişlerdir. Bu yük, bu bagaj ya da bu bakış açısı ile sosyalleşmiş, büyümüş ve tam da bu nedenle, mezhepsel çatışma, ülkesini terk etmiş çoğunluğu Sünni ağırlıklı Müslüman sığınmacıların Alman toplumuna uyumu sanıldığından daha fazla zorlukları, engelleri, tehlikeleri beraberinde taşımaktadır. Özetlemek gerekirse, Almanya’ya son yıllarda gelen Müslüman sığınmacılar toplumsal yapı ve zihniyet dünyası itibarıyla; katı, tek örnek, İslami olsun olmasın ötekine düşman bir İslam yorumuna inanıyorlar ve baskın ataerkil (Patriarkal) özellikleri içeren, kadın düşmanı denilebilecek bir kültürden beslenmiş olarak burada bulunuyorlar.
Yeni Müslüman sığınmacılar arasındaki bu toplumsal doku, daha doğrusu ötekine düşman ve erkek egemen anlayış, hemen baştan müdahale edilmezse, kısa, orta ve uzun vadede Alman toplumunun ve devletinin başına çok büyük sorunlar getirebilir. Bunlardan biri, Fransa’daki Cezayirliler arasında olduğu gibi polisin bile girmeye cesaret edemeyeceği Müslüman gettoları olabileceği gibi, Almanya’nın da ISID, El Kaide, El Nusra, Boko Haram benzeri İslami terör örgütlerinin insan kaynağı bir ülke haline gelmesi şimdiden öngörülebilir. Keza sığınmacıların bu toplumsal yapısından kaynaklanacak olaylar sonucunda, Almanya’daki aşırı sağ gruplar daha da güçlenecek ve radikalleşecektir.
Sonrasında ise iki veya daha fazla karşıt grup arasında çatışmalar çıkacak ve günlük hayat katlanılamaz bir noktaya sürüklenebilecektir. Bu durumda da Müslüman sığınmacılar hem şiddet ve terör kaynağı olacak, hem de üretim sürecine büyük oranda dahil edilemeyeceklerinden, vergi ödeyenlerin ve toplumun sırtında ekonomik bir yük olarak kalmaya devam edeceklerdir. Kısaca bir kısır döngü oluşacak ve sığınmacılar sorunu kangren haline gelerek, tüm Almanya’yı huzursuz edecek ve istikrarsızlaştıracak bir seviyeye taşıyabilecektir. Yeni Müslüman sığınmacıların toplumsal yapısını bu şekilde tespit ettikten sonra, derhal ve gecikmeksizin bu yapıyla mücadele etmenin, bu yapının değiştirilmesinin formülleri aranmalıdır. Özellikle vurguluyorum. Bu yapıyla, bu zihniyet dünyasıyla hemen ve derhal mücadeleye başlanmalıdır.
Zira henüz Almanya işin başındadır. Başta gelecekte yaşanacak felaketler için önlemler alınmazsa, yeni Müslüman sığınmacıların Alman toplumuna uyumu için gerekli adımlar atılmazsa, belli bir süre geçtikten sonra hayata geçirilecek uyum politikaları da istenen sonucu vermeyecektir. Benim/bizim yeni Müslüman sığınmacıların uyumu için öncelikle hayata geçirilmesini önerdiğimiz politikalar şu şekildedir: I. Ötekini Tanıma Eğitimi ve Pratiği II. Teorik Eğitim Bu eğitim yeni Müslüman sığınmacıların geldiği toplum yapısı açısından hayati bir önemdedir. Yukarıda da belirttik. Sığınmacıların ezici bir çoğunluğu, Almanya’ya ötekine (Hıristiyan’a, Yahudi’ye, Şii’ye, Alevi’ye, Nusayri’ye; laik, modern ve sekuler yaşam tarzını sürdürenlere, ateistlere, modern kadınlara, gay ve lezbiyenlere) düşman veya en azından bunlarla arasına büyük bir mesafe koyan bir kafa yapısını taşımaktadır.
Ötekileştirici, dışlayıcı ve hemen karşısındakini kafir, dinsiz ve düşman ilan edecek bir dinsel yorumun/zihniyetin temsilcisi durumundadır. Sığınmacıların zihniyet dünyasındaki birincil sorun dinsel-mezhepsel ayrılıkken, ikincil sorun ise kadının ikinci sınıf olarak görüldüğü hatta adeta bir hiç olarak kabul edildiği erkek egemen (patriarkal) anlayıştır. Bu iki tür anlayışla da kararlılıkla mücadele edilmelidir. Ama nasıl? Yeni Müslüman sığınmacılarının içinde bulunduğu bu zihniyet dünyasını/paradigmayı değiştirebilmek, dönüştürebilmek tamamında olmasa bile mümkündür. En azından içlerindeki baskın eğilim/ana akım uyum lehine çevrilebilir.
Bunu gerçekleştirebilmenin ilk koşulu da ötekini tanıma eğitimi ve pratiğini hayata geçirmektir. Burada da soyut sözler etmek ve öneriler getirmek yerine, gayet somut ve hemen uygulanabilir olanlardan yola çıkmak gerekir. Bu bağlamda ilk yapılacak olan, bir ötekini tanıma eğitimi ve pratiği rehberinin hazırlanıp basılarak, derhal sığınmacı barınma merkezlerine, uyum ve dil kurslarına; kısaca sığınmacılarla yüz yüze ilişkide bulunan, onların iaşesi, barınması ve ülkeye uyumu ile ilgili tüm kamu ve/ya özel kurum ve kuruluşlara gönderilmesidir. Sonrasında buralarda bu işle görevlendirilecek kişiler bu eğitimi verecektir. Gerektiği takdirde bu kişiler birkaç günlük seminerlerle bu eğitimi verebilecek yetkinliğe ulaştırılabilirler. Daha somuta indirgersek; yeni Müslüman sığınmacılar/sığınmacı adayları toplu bulundukları her yerde ötekini tanıma eğitimi ve pratiğine tabi tutulmalıdır. Bu eğitim ve pratik haftada veya en geç 15 günde bir defa programda yer almalıdır. Bunun ne kadar süreceği şimdiden öngörülemez. Ancak uygulamaya geçildiği andan itibaren hayatın akışı içinde bir sınırlama ve çerçevesi belli bir düzenleme getirilebilir.
Ötekini tanıma eğitimi ve pratiği dersinin ilk adımı teorik olarak başlatılabilir. Burada Almanya’nın ve Avrupa’nın çok dinli, çok dilli, çok kültürlü ve çok uluslu yapısı ve bu yapının tarih içinde geçirdiği değişim/dönüşüm kısaca anlatılır. Rönesans, reform hareketleri, aydınlanma ve hümanizm akımı özetlenirken, özellikle Hıristiyanlığın Ortaçağ’daki durumu, katılığı, engizisyon, mezhep kavgaları/savaşları anlatılarak, Avrupa’nın nasıl böyle kanlı ve çatışmalı bir geçmişten bugüne geldiği öne çıkarılabilir. Bu durumun İslam dünyası için de bir hayal olmadığı, istenirse diyalogla ve karışıklı hoşgörü, anlayış ve birbirini anlayıp, tanımakla başarılabileceği gerçeği öne çıkarılabilir. Burada Avrupa/Batı merkezci (Europe/West centrist) ve dayatmacı olmamak ve görünmemek adına, İslam tarihinde Ortaçağ’da yaşanan dinler arası diyalog ve hoşgörü asırlarından, bilimin, felsefenin ve teknolojinin merkezi olduğu zamanlardan kesitler aktarılarak, sığınmacıların özgüveninin sağlanmasına ve geliştirmesine katkıda bulunulabilir.
(Örneğin Beyt'ül Hikme -anlamı: Hikmetler evi-, Abbasiler tarafından, 800'lü yılların başında Bağdat’ta kurulan kütüphane ve çeviri merkezinden oluşan bir bilim merkezidir. Yine 750 yılında İspanya’da kurulan Endülüs Emevi Devleti’nin nasıl 700 yıldan fazla Müslüman, Hıristiyan ve Hıristiyanları hoşgörü içinde bir çatı altında yaşattığı ve bu üçlünün ortakça bilime yaptığı katkılar; Avrupa ile İslam dünyası arasında bilim köprüsü olması vs.)
Ayrıca Batı uygarlığının gelişmesinde İslam uygarlığının büyük katkıları olduğu, Abbasiler döneminde Eski Yunan Uygarlığı’nın elde bulunan bütün klasik eserlerinin Arapçaya tercüme edilmesi sayesinde Batı’nın Eski Yunan ile bağlantı kurabildiği gerçeği bu özgüveni ve cesareti en yüksek seviyeye çıkarabilir. İkinci sorun olan kadının konumuyla ilgili de öncelikle Avrupa ve Almanya’da Ortaçağ’dan bugüne dek kadına bakışın toplum içinde geçirdiği evreler anlatılır. Günümüzün modern toplumundaki kadının erkekle eşitliği vurgulanır ve Almanya’da yaşayan herkesin bu duruma saygı göstermesi gerektiği çeşitli örneklerle aktarılır. Yine burada da dayatmacı olmamak ve Müslüman sığınmacıları sadece Avrupai bakış açısına mahkum etmemek için Kuran’ın ve İslam’ın kadına bakıştaki liberal ve özgürlükçü yorumları öne çıkarılabilir. İslam dünyasındaki kadını aşağılayan ve ikinci sınıf hatta insandan bile saymayan uygulamaların da dinsel olmaktan çok bin yıllara dayanan ataerkil/erkek egemen yapıdan kaynaklandığı bilgisinin altı özellikle çizilerek, kadına yeni bakışın daha kolay kabul edilmesi sağlanabilir. Burada kadına şiddet uygulamanın, taciz ve tecavüz etmenin cezai/hukuki yaptırımları da eğitimin içine özenle serpiştirilmelidir. Bütün bu teorik eğitimin içeriği ve kapsamı daha da geliştirilebilir.
Bu eğitim daha didaktik bir hale getirebilir. III. Pratik Eğitim Her ne kadar yeni Müslüman sığınmacıların uyumunun kolaylaştırılmasında teorik eğitim önemli bir yer tutsa da, asıl başarılı sonucun pratik eğitimle edinileceğine inanıyorum. Yukarıda yeni Müslüman sığınmacıların ötekine olan bakış açısını özetlemiştik. Buradan hareketle, sığınmacılar toplu olarak bulundukları ve yaşadıkları her yerde yaşı ve eğitim durumuna bakılmaksızın mutlaka ötekini tanıma ve pratiği eğitiminden geçirilmelidir. Hatta bu eğitimden geçmeyenlere oturma ve çalışma izni verilmemesi bile düşünülmelidir. Diğer yandan bu eğitime sadece yeni gelen Müslüman sığınmacılar değil, Almanya’ya çok önce gelmiş ancak hala radikal İslami faaliyetler içinde bulunan, Selefiler benzeri örgütlere yardım ve yataklık eden, eleman toplamaya çalışanlar da dahil edilmelidir.
Bu eğitimin kapsamı halen Alman vatandaşı olan ama andığımız türden faaliyetler içinde olan kişilere kadar genişletilebilir. Kısaca bu eğitim bütün uyum ve dil kurslarının parçası haline sokulabilir. Zira bu kurslarda Müslüman olmayan sığınmacılar ve yasal göçmenler bulunsa da, ki bunlar son dönemde azınlıkta kalmıştır, bunlar da en azından ötekini tanıma eğitiminin pratik bölümüne katılabilirler. Bu da zarardan çok fayda sağlar diye düşünüyorum. Ötekini tanıma pratik eğitiminin ilk adımı çevreyi ve çevredeki ötekileri tanımakla başlar. Kaldı ki, ötekine düşmanlık zaten çoğunlukla, onu tam olarak hatta hiç tanımamaktan ve hakkında hiçbir sağlıklı bilgisi olmamasından kaynaklanır. Ötekine düşmanlığın temelinde ayrıca büyük ölçüde önyargılar yatar.
Ancak çevredeki ötekiler arasında bir öncelik sıralaması da yapmak gereklidir. Yeni Müslüman sığınmacılar ağırlıklı olarak kendi içlerindeki ötekiyle yani Müslüman’ın bir başka mezhepten Müslüman ile çatışmasından dolayı ortaya çıkan bir iç savaş sonucu ülkesini terk etmiştir. O nedenle Müslüman sığınmacılar, öncelikle en yakın yerleşim yerinde bulunan karşıt mezhepteki cami veya derneği ziyaret edecektir. Pratik eğitimin ana gövdesi zaten bu tür ziyaretlerden oluşur.
•Örneğin Frankfurt’ta ikamet eden Müslüman Sünni ağırlıklı sığınmacılardan bir grup uyum kursuna gidiyor diyelim. Bunlar burada önce teorik eğitimden geçirilecek. Arkasından veya eş zamanlı da olabilir, pratik eğitim kapsamında ilk önce İranlılara ait bir Şii camisini ziyaret edebilirler. Veya varsa Suriyeli Sünni sığınmacıların asıl ötekisi Nusayri/Alevi Arap camisini veya derneğine götürülebilirler.
• Sıraya Pakistanlı Sünni çoğunluk içinde azınlık olan ve ötelenen Ahmediye mezhebinin camileri konulabilir. Arkasından Tunus, Cezayir, Fas gibi Kuzey Afrika’dan gelen Arap/Berberi Müslümanların gittiği veya açtığı camiler ziyaret kapsamına alınır. Gene Eritre, Etiyopya, Somali gibi Güneydoğu Afrika ülkelerinden Müslümanların açtığı camiler de ziyaret listesine dahil edilir. Zira her ne kadar bu ülkelerden gelen Müslümanlar çoğunlukla Sünni olsa da, bazı uygulamaları ve İslami gelenekleri bakımından Ortadoğu Araplarından büyük bir farklılık göstermektedir ve yer yer bu özelliklerinden dolayı da ötekileştirilmekte ve aşağılanmaktadırlar.
• Ziyaret listesinde üçüncü sırada Türkiye kökenli Alevilerin cem evleri yer almalıdır. Çünkü çoğu zaman bilinçli olarak veya bilmeden Arap Alevileri veya diğer adıyla Nusayrilerle Türkiye Alevileri karıştırılmaktadır. Bu suretle hem bu karışıklığın önüne geçilebilir hem de yeni Müslüman sığınmacılar, Alevilik gibi hem İslam’ın içinde hem de dışında özellikleri içinde barındıran bir başka inancı ve mensuplarını tanımış olurlar. Unutmayalım ki, Almanya’da en az 700 bin Alevi yaşıyor. . Dördüncü ziyaret sıralamasına Türkiye kökenli Müslümanların açtıkları camii derneklerini alabiliriz. Zira Almanya’daki Türklerin camileri, toplu işçi göçünün başlamasından sonra kurulan türünün ilk ve yaygın örnekleridir. Türk-Müslüman camileri ayrıca Türkiye Cumhuriyeti gibi İslam dünyasının ilk ve görece tek laik devleti olduğundan hem kurucuları hem de işleyişleri ve gelişim aşamaları bakımından özgün bir nitelik sergiler. Keza Türk-Müslüman camileri başlangıçta, Türk-Müslüman toplumun tamamen kendi çabaları ve mali katkılarıyla ortaya çıkmışken, sonrasında büyük bir bölümü Türk devletinin Avrupa’da oluşturduğu Diyanet İşleri Türk-İslam Birliği’nin (DİTİB) etkisi altına girmiştir. Buna rağmen yine de Türk camileri ve Türkiye kökenli Müslüman cemaat arasındaki çeşitlilik, çok renklilik günümüzde de devam etmektedir.
Cami derneklerinin çoğunluğu DİTİB etkisi altına girmiş olsa da, hala Süleymancıların daha göçün ilk yıllarında kurdukları İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ), Avrupa Milli Görüş Teşkilatı (IGMG), Avrupa Türk-İslam Birliği (ATİB) ve az da olsa Avrupa Demokratik-Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu gibi devletten bağımsız örgüt ve cemaatlerin kurduğu ve finanse ettiği camiler varlığını sürdürmektedir. Yeni Müslüman sığınmacıların çoğunluğunun mono kültür bir İslam coğrafyasından geldiklerinden yola çıkıldığında, bunların Türk-Müslüman camilerine ziyarete götürülmesi çoğulcu bir dini anlayışın oluşmasına katkı bakımından çok yararlı olacaktır. Ayrıca Türk-İslam camileri ve cemaati ziyaret etmek, “Müslüman olmayan bir coğrafyada ve devlette İslam nasıl yaşanır? Müslüman kalarak Almanya ve Alman toplumuna nasıl uyum sağlanır?” gibi yeni Müslüman sığınmacıların aklından geçen bazı önemli sorulara doyurucu cevaplar sunabilir.
• Beşinci ziyaret sıralamasına Almanya’nın otokton dini olan Hıristiyanlığın iki ana mezhebi Katolik ve Protestan/Evanjelik kiliseleri ve kurumları konulabilir. Tabii ki, Almanya’daki dini yapının çok zenginliğini ve çeşitliliğini gösterebilmek için bu ziyaretler gerektiğinde, Yahova Şahitleri, Baptist ve Apostol benzeri bağımsız kiliselere kadar genişletilebilir. Yerine göre, yaşanan kentte veya yakınında örneğin Budistler, Hindular, Sihler, Bahailer gibi başka dinlerin ibadethaneleri varsa bunlar da ziyaret kapsamına alınabilir.
• Altıncı sıraya ise Yahudi sinagogları mutlaka konulmalıdır. Zira Yahudiler, hem Müslümanların hem de 70 yıl öncesine gelinceye kadar Hıristiyanların en büyük ötekisidir. Ayrıca 70 yıl önce Yahudilere karşı tarihte girişilen en büyük insanlık suçu, soykırım Almanya’da 1933-1945 arasında gerçekleştirilmiştir. Bu bakımdan Yahudi sinagoglarının, soykırım kurbanlarını anma adına dikilen anıtların, yakında bulunan toplama kamplarının ziyaret edilmesi, açılan müzelerin gezilmesi de Müslüman sığınmacıların mutlaka götürülmesi gereken yerler arasında bulunmalıdır. Bu ziyaretlerin Müslüman sığınmacılar üzerinde çok sağaltıcı, öğretici ve ibret alıcı bir etki yaratacağı da kuşku götürmez.
• Yedinci sırayı ise çevrede bulunan kadın dernekleri/kadın sivil toplum örgütleri, kadın sığınma evleri yer almalıdır. Bu ziyaretlerde sığınmacılara, ilgili örgütler Almanya’da yürürlükteki kadın haklarını ve kadına sunulan imkan ve fırsatları anlatabilirler. Bu konularla ilgili Almancanın yanında Arapça veya başka dillerde broşürler, kitapçıklar ve kadınların zor durumda kalınca başvuracağı makamların adresleri gibi basılı veya görsel materyalleri dağıtabilirler. Bu da sığınmacılar arasında çoğunluğu oluşturan kadınların bilinçlenmesine yardımcı olacağı gibi, kendi kocasından, erkek kardeşinden ve babasından baskı ve şiddet gördüğünde başvuracağı makamları bilmesine ve tanımasına büyük yardımcı olur. Ayrıca kadınların Almanya’da çok fazla haklarının bulunduğunu ve eşit birer yurttaş olduğunu bilen Müslüman bir erkek sığınmacı üzerinde de, hem kendi evindeki kadın ve kızlara hem de dışarıda Alman kadınlara karşı daha dikkatli davranmak zorunda olduğu bilinci oluşmaya başlar.
En son sıraya ise gay ve lezbiyen örgütleri alınabilir. Ancak bu konu çok hassastır. Ziyaret edilip edilmeyecekleri tartışılabilir. Buna karşılık hemen şunu da belirtelim. Sığınmacılara teorik eğitimde Almanya’da ve bir çok Avrupa ülkesinde eşcinsel evliliklerin yasal olduğu bilgisi de mutlaka verilmelidir. Ayrıca eşcinsel kişi ve çiftlerin de bu toplumun bir parçası olduğu, her şeyden önce insan oldukları ve herkesle eşit hak ve sorumluluklara sahip oldukları özenle anlatılmalıdır. IV. Ziyaretlerde Dikkat Edilecek Konular Bu ziyaretlerde hem ziyaretçiler hem de ziyaret edilenler önceden hazırlıklı olmak zorundadır. Ziyaretçi profiline göre, Arapça veya başka ağırlıklı bir dili konuşan sığınmacı grubuysa, o dilde bir tercüman mutlaka bulundurulmalıdır.
Ziyaret edilen cami/dernek/kurum gerekirse önceden kendilerini tanıtacak başta Almanca çok dilli broşürler, kitaplar, dergiler, kısa veya uzun filmler veya kendi tanıtımlarının bulunduğu internet adresleri listesi hazırlamalı. Bunları gelen ziyaretçilere dağıtmalıdır. Ziyaret edilecek yerlerde, gelen ziyaretçilerin sorularını en iyi şekilde cevaplayacak bir yetkili, bir uzman veya bilirkişi asıl muhatap olarak hazır bulunmalıdır. İbadethanelere yapılan ziyaretler daha ziyade mümkünse toplu ibadet günlerine denk getirilmelidir. Örneğin Müslümanlar için Cuma, Hıristiyanlar için Pazar, Yahudiler içinse Cumartesi günü seçilmelidir. Böylelikle bu dinlerinin mensuplarının dinlerini nasıl yaşadıkları ve ibadet ettikleri bizzat gözlenebilsin ve arkasından ziyaretçilerce merak edilerek yöneltilen sorular cevap bulabilsin.
V. Sonuç (Fazit)
Kuşkusuz “Ötekini Tanıma Eğitimi ve Pratiği” dersinin etkileri ve sonuçları kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede Alman toplumu için çok faydalı olacaktır. Almanya ve Alman toplumu, yeni Müslüman sığınmacıları kendi içine katmada yeni bir anlayış ve bakış açısıyla hazırlanmış uyum politikaları takip ederek başarılı olabilir. Bu politikalar da kararlı, kesintisiz ve yoğun bir şekilde sürdürülmelidir. İşe tam hazırlıklı başlanmalı ve başlandığında ise ödünsüz bir şekilde bu yolda devam edilmelidir.
Bizim önerdiğimiz “Ötekini Tanıma Eğitimi ve Pratiği” dersi Almanya’yı bütün Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasında en ön sıraya çıkarabilecektir. Hatta bu model uygulanır ve belli ölçüde başarılı olduğu görülürse, diğer ülkeler tarafından hemen örnek alınabilecektir. Zira günümüzde iç ve dış toplumsal barışın yolu karşılıklı diyalog, anlayış, hoşgörü, birbirini yüz yüze tanıma, ötekinin yaşam alanlarını bizzat görme, belli bir süre de olsa bu farklı yaşantılara tanıklık etme, empati ve buradan olumlu sonuçlar çıkarabilmekten geçmektedir.
En iyi öğrenme, önce teoride öğrenip arkasından bizzat öğrendiklerini yaşayarak, uygulayarak, görerek, tanıklık ederek öğrenmedir. ../..
0 Yorum