Mehmet CANBOLAT Yorumluyor:
BİR A... NE... SEZER VARDI GALİBA... HATIRLIYOR MUSUNUZ?..
Sizi bilemem ama, itiraf edeyim; unutmuştum aslında uzun zamandır.
Gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş derler ya, işte öyle birşey.
Neden? Anlatayım hemen:
Geçtiğimiz günlerde bir akşam vakti, Tarsus liseli bir grup sınıf arkadaşını, tam 40 yıl sonra yeniden buluşturan kapalı iletişim kümemizde biraz mahalli dedikodu kaynatırken, arkadaşlarımızdan Selver Hanım’ın paylaşımları arasında bir fotoğraf gözüme çarptı.
Baktım. Tanıdık bir yüzdü. Hem kendi, hem de eşi.
„Aaaa“ dedim birden, garip bir şaşkınlık ruhuyla.
Mütevazi bir ortamda yan yana oturmuş bir çift, ciddi bir yüz ifadesiyle, sanki bana bakıyor.
Fotoğrafın altında ise: Onlar da „Hayır“ Diyecek, diye bir ifade var.
Mesele açıktı. Bu ciddi duran beyefendi ile, yanındaki asil Türk kadını görünüşlü ama ruhunda öz itibarıyle oldukça mütevazi hanımefendinin, belli ki, 16 Nisan’da yapılacak referandumda, T.C.’nin geleceğini büyük ölçüde sallayacağından dem vurulan, 18 maddelik Anayasa Değişikliği için „red“ oyu verecekti.
Tercih, öyle mi, değil mi? Bilmiyorum, Benim meselem de zaten bu değil. Çok daha farklı.
Görünce, yüreğim daraldı birden. Çünkü, açıkça unutmuş gitmiştim ben bu çifti.
Var mıydılar; yoklar mıydı? Düşünmemiştim o ana kadar.
Millet de hiç arayıp sormayınca, „Yaaa böyle birileri vardı bir zamanlar bizim başımızda...“ diye aranmayınca, ben de zamanla unutmuşum doğrusu.
Aziz Nesin’in ünlü oyunu gibi sanki:
Ahmet Ne Yaşar; Ne Yaşamaz?
Demek ki varlarmış. Yani hayattalar. Sevindim doğrusu.
İyi güzel de, söyler misiniz lütfen, neredesiniz Allahaşkına! Bunca sessizlik yakışıyor mu size?
Kimden mi söz ediyorum?
...
Ahmet Necdet SEZER.
Hatırlayanlar olacaktır, bir zamanlar böyle bir kişi vardı galiba. Belki son 15 yılda, ergenliğe, gençliğe erişen kuşaklar fazla birşey bilmeyebilir ama, ileri kuşaklar da hemen anımsamıştır kanımca.
O kişi ki, devletin birçok kademesinde önemli ve ciddi hizmetlerde bulundu.
Hatta belleğim beni yanıltmıyorsa, 15 yıl öncesine dek, daha doğrusu 2000-2007 yılları arasında devletin zirvesinde, yani Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğunda bir dönem oturdu ve ciddi biçimde görevini yerine getirdi.
Sevildi de. Kimse inkar edemez.
Yani efendim, uzatmayayım; Türkiye Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den söz ediyorum.
Evet. Mütevaziydi. Hatta haddinden fazla alçakgönüllü. Abartısız. Gerçek bir halk adamıydı. Kimine göre, olumsuz yönleri de vardı. Parayı pulu sevmezdi. Oğlu kızı, yakınları için, devletin kapılarını seferber etmezdi. Çocukları maaşıyla geçinmek zorundaydı.
Bu arada biraz da zor gülen biriydi. Gülümsemeyi, yüreğini açmasını ne yazık ki beceremeyen biriydi. Kimi çevrelere, yağdanlık olma fırsatı vermediği için, tenkit de edildi.
Çıkar çevrelerinin, başka eleştirecek yönü olmayınca, „Çok soğuk bir insan. Hiç gülmüyor. Böyle Cumhurbaşkanı mı olur?“ diye dolaylı biçimde eleştirdiği de oldu.
Kimse yadsıyamaz. Aldığı, devlet terbiyesi, belli ki, damarlarına kadar işlemiş bir şahsiyetti O. İyi bir Atatürkçü’ydü.
Hatta, sözkonusu devlet değerleri ise, kemik misali, çelik gibi ve hiç bükülmeyen bir Kemalist’ti. Ahlaklı olmayı ve eline geçirdiği devletin olanaklarını bir adım bile suistimal etmeyen yönüyle anıldı. Abartılı törenlerle halkına tepeden bakmak yerine, hep onların arasında olmayı ve ne komiktir ki; kendi alışverişini bazen kendi yapmayı seven biriydi.
Gösterişsiz ve olduğu gibiydi. Kıvırmayayım, hepimiz bir parça sevmiştik O’nu. Kendimizden biri olarak gördük. Sağolsun.
Türkiye’nin ekonomik açıdan zor günlerden geçtiği bir süreçte, rahmetli Ecevit’in dış güçlerce, iktidardan edilmek için her türlü senaryoyu tezgahladıkları ve içerideki kollarıyla bu kumpası uyguladıkları günlerde, masaya Anayasa fırlatılma olayını da yaşayan, maruz kalan ve bazen hep o olayla gündeme gelen yine Sezer oldu.
Ecevit’in, 2002’de düzmece ve şaibeli bir seçimle iktidardan uzaklaştırılmasıyla, Cumhurbaşkanı Sezer, AKP iktidarıyla başbaşa kaldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini oluşturan temel değerlere aykırı söylem ve adımların karşısında hep kararlı oldu, dik durdu.
Gerçekten güzel bir sınav verdi. Son iki yılda belli çevrelerin düşmanlığını kazandı. Atatürkçü ve laik çevrelerin, demokratların ise, büyük sevgisini. Yani AKP’nin bugünlere kadar uzanan gerilimli çıkışlarını önceden gördüğü için, hukuk bilgesi olarak, yetki sınırları dahilinde, çizmeyi aşan adımlara karşı duvar oldu.
Ama hep bir iliklerine kadar işlemiş devlet terbiyesiyle.
...Ve işte o gün, bir gün geliverdi.
Görevini yasal süre içinde tamamlayınca, sessiz sedasız, eski aracına binerek, Çankaya’ya veda etti.
Yanılmıyorsam, Ankara’nın dışındaki Gölbaşı bölgesinde, emekli maaşı ve birikimleriyle yaptırdığı yeni evine çekildi. Ve...
Çekiliş o çekiliş...
Ondan sonra ne bir ses... Ne bir seda...
Yer yarıldı da, yerin derininde kayboldu sanki.
Memleket, son 15 yılda farklı ve dozu giderek artan bir gerilim sürecinden geçiyor. Ayrıntıları malum. Girmeyeceğim. Toplum ikiye bölünmüş durumda. Gelecek endişesi, haklı veya haksız, gün geçtikçe dozunu artırıyor.
Türkiye’de farklı dönemlerde siyasete bulaşmış milletvekilinden, onca eski bakanına, devlet kademesinde görev almış, kimi zaman bakanlara müsteşarlara şoförlük yapmış memurlardan tutun da, yönetici konumundaki üst düzey bürokratına kadar, evdeki Ayşe Teyze’den tutun da, sokaktaki simitçiye, kahvedeki çaycısına kadar herkes, „Memleket Nereye Gidiyor?“ „Ne Olacak Bu Memleketin Hali?“ Memleket Şu Bunalımdan Nasıl Çıkar?“ sorusuna çatır çatır, dilinin döndüğünce yanıt arıyor.
Ancak, önceki cumhurbaşkanlarımızdan Ahmet Necdet Sezer Bey’den bir „tık“ bile yok.
Nasıl birşey bu yahu? Nasıl?
Ne bir görüş belirtiyor, ne de memleket meselesi üzerine gelen soruları yanıtlıyor. İmralı’daki teröristbaşı bile, her fırsatta içindekileri kusarken, barolar, askerler, simitçiler, ev kadınları, öğrenciler, meslek odaları hemen herkes nerede bulsa, düşüncesini canhıraş açıklıyor,
Ancak Sayın Sezer, sanki dilini yutmuş. Sanki, bir koma hali... Sanki kayıplara karışmış. Ne diyeyim başka...
Size sesleniyorum Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Sezer;
NEREDESİNİZ ALLAH AŞKINA? Neden konuşmuyorsunuz?
Memleket o kadar iyi ve güllük gülistanlık mı yoksa? Biz mi saçmalıyoruz? Kör olduk ta farkında mı değiliz?
Hemen hergün Türkiye’de birşeyler oluyor. Bize olduğu kadar size de emanet edilen ülkemiz, Türkiye’ye ağır bir toprak kayması yaşıyor. Farkında değil misiniz?
Bizi biz yapan, 78 milyonu bir ulusta bütünleştiren Cumhuriyet değerleri hedef tahtasında. Sürekli baltayla budanıyor. Hem de göz göre.
Görmüyor musunuz? Siz başka bir gezegende mi yaşıyorsunuz Tanrı Aşkına... Söyler misiniz?
Sanki, alınacak başka bir haber içeriği yokmuş gibi, bir ara, oğlunuza kalacağı ev sağlamak için, oturduğunuz, ana sütünüz gibi hakkınız olan evi boşaltıp, çocuğunuza devretmişsiniz.
Onlar rahat etsin diye, bodrum katta eşinizle mütevazi bir yaşam sürdüğünüzü duyuyoruz.
Hayır Sayın Sezer.
Sizden duymak istediğimiz bu ev değişimi değil.
İtirazımız var. Suskunluğunuzu sinderimiyoruz doğrusu.
Açıkça haykırıyorum. Susarak, ortaya çıkmayarak, doğru yapmıyorsunuz. Tarihi bir yanlışlığın içindesiniz.
Unutmayınız ki; Sayın Demirel, Sayın Başbakan Ecevit, ölünceye kadar, memleketin gidişatı konusundaki kaygılarını her fırsatta dışa vurmaktan geri durmadı.
Meclis Başkanlığı yapmış Hüsamettin Cindoruk Bey ve daha nice politikacı, hasta yatağında bile durmayıp, Türkiye’yi karış karış dolaşıyor ve 16 Nisan için seferberlik ilan ediyor.
Avukatlar, barolar, meslek odaları işlerini güçlerini bırakmış, işsizler daralmış durumunu düşünmeyip, belki aç karnına köy köy dolaşıyor ve Türkiye’yi bekleyen risklere dikkati çekiyor.
Siz neredesiniz Allah aşkına? Evet Sayın SEZER; neredesiniz?
Neden çıkmıyorsunuz meydanlara? Neden, köy köy, mahalle mahalle dolaşan aydınlar, yurtseverler kervanında Siz yoksunuz.
NEDEN? Neden halkımıza kendinizi gösterip, Türkiye’nin geleceği konusunda onlara yol göstermiyorsunuz? Toplumu aydınlatmak için özellikle böylesi günlerde SİZ de küçük bir mum olamaz mısınız?
Soruyorum; OLAMAZ MISINIZ?
Neredesiniz Sayın Cumhurbaşkanım? Neredesiniz? Sayın Sezer?
Vakit geçiyor. Bugün ortaya çıkmayacaksınız da, ne zaman peki? Nedir bu sessizliğiniz?
Ne olur, bir çıkıp ta ses verir misiniz?
Tam da şu günlerde, saat 12’ye beş kala, bu sessizliği kendinize neden ve nasıl ve hangi gerekçelerle reva görüyorsunuz?
Bir ses lütfen... Küçük bir ses...
Adeta kamuoyuna açık bir mektup niteliğine dönüşen bu belki kontrolsüz çığlığım, çabam, feryadım, bağışlayın; sadece hem size, hem de memlekete tanımsız bir sevgiden...
Bunu en iyi anlayacaklardan birinin de SİZ olacağına inanıyorum.
Küçük bir ses lütfen... Vakit geçmeden..
İleride vicdanınızla bir gün başbaşa kaldığınızda, „ben üzerime düşen görevi zamanında yaptım“ diyebilmek için.
Unutmayınız; 78 milyondan biri olarak, SİZ, dahil, hiç kimsenin gidecek bir yeri yok, bu memleketten...
Bir küçük ses lütfen...
Şimdi bütün bunları, kaleminden başka gücü olmayan bir gazeteci sıfatımın yanısıra, bende büyük emeği olan ülkesini seven bir yurttaş sorumluluğuyla yapmaktan kendimi alamıyorum.
Çünkü, birgün herşey geç olduğunda, kendimi suçlamak istemiyorum, Neden hiç olmazsa Sayın Cumhurbaşkanı Sezer'i uyarmadın diye?
Vicdanım artık rahat.
Bunu şimdiden hissediyorum.
Başka ne diyebilirim ki...
(Mehmet CANBOLAT Yorumladı)
Toplum Gazetesi/ALMANYA: (YazıYorum: 29 Mart 2017)
0 Yorum