Tarsuslu Hikmet Öz'ün İnsana Erişim Yolculuğu - Toplum24
ARŞİV

Tarsuslu Hikmet Öz'ün İnsana Erişim Yolculuğu

FARKLI BİR SANATIN DÜNYASINA, KENDİNE AYKIRI BİR SANATÇI İLE ESRARENGİZ, ÖZEL BİR YOLCULUK...

(Tüm fotoğraflar için galerimizi ziyaret edebilirsiniz)

...

 

Kimi insan vardır, bunlar, kimine göre var mıdır, yok mudur? bilinmez.

Kimi insan vardır, bunlar kimine göre, hem vardır hem de yok gibidir.

Kimi insan vardır, bunlar kimine göre, varlığıyla pek bilinmez ama, onlar hep vardır.

Kendi varlığının farkına varamayan, kendi nefesinin kıymetini bilemeyecek kadar kör insanlar, bir gün unutulup gidecektir ama, bugün gibi gelecekte de hep olacaktır onlar, yani farkına nedense varılmayan insanlar.

O, işte onlardan biri bence. Yaşadığı, doğup büyüdüğü topraklar, onun gibileri nedense yeterince sindiremez ama, varlığının göstergesi olan birşeyler, gün gelir, tarihe adını yazar, hem de hiç silinmemecesine…

Hikmet Öz diye bir isim ile tanışmak ister misiniz?

Hani bugün, yakın çevresinin bile anlamakta zorlandığı, anlamak için belki küçük bir çaba bile sarfetmediği, birazcık anlayanların ise, etrafında kelebek gibi örgü oluşturduğu bir Anadolu beyefendisi O.

O zaman, gelin isterseniz sizleri bugün Anadolu’nun tarih kokan topraklarına, Tarsus’un gizemli dünyasına ve dünyanın ışığını günümüze taşımaya kendini adamış olan, içimizden birine götüreyim sizi.

İnsanı anlamak için, elbette, O’nu O yapan toprakları tanımak lazım biraz. Veya toprağı merak ediyorsanız, insanlarına bakmanız şart.

Hikmet Öz, bir Tarsus tutkunu. Doğduğu topraklara öylesine aşık. Hatta: „Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanı“ diyecek kadar, toprak sevdasının boyutunu gösterebilecek boyutlu, sözünde de mütavazı.

İlk orta öğrenimi ile başlayan resim sanatına ilgisi, bu alanda aldığı üniversite eğitimi ile önemli bir boyut kazanmış. Anadolu’nun değişik bölgelerinde, yıllar boyu resim öğretmenliğinden sonra, emekliye ayrılmış kendi halinde bir eğitimci ve ver elini Tarsus.

Buraya kadar yazdıklarım, duyduklarım ve okuduklarım.

Ancak onun başka bir yönünü keşfetmem için bir tesadüf gerekiyormuş galiba.

Almanya’dan Langen şehri ile doğup büyüdüğüm topraklar olan Tarsus arasındaki „Kardeş Kent“ ilişkileri bağlamında, memlekette olduğum bir sonbahar günü tanıdım kendisini.

O, Hikmet Öz, bence, şu anda, özgün uğraşı alanıyla, yarattığı tekniikle, dünyada rakibi olmayan bir tek isim. Farklı bir ressam.

Kendinden çok eserleri konuşan bir isim O. Ressam ama, öyle iki üç farklı boya darbesiyle, birazcık fırça oynatmayla yetinenlerden biri değil.

Bir tabloyu üretebilmesi için en az bir ay zaman gerekiyor. Öyle ki, resim sayısı da, öyle yüzlerle, binlerle ölçülen boyutta değil. 

Çünkü, her bir eseri, insan ömründen önemli bir zaman dilimini alıp götürüyor. Yaşamı boyu üretebildiği eser sayısı deseniz; yarım ve yolda kalanları saymazsak, toplasanız yüzü geçmez. Çünkü onun resim anlayışı ve kullandığı tekniğe ömür yetmiyor ömür.

Hikmet Öz için, "tek" dedik; çünkü tekniği ve çalışmalarının konusuyla ender bir sanatçı.

Hiçbir boya ve kimyasal katkı kullanmadan, sadece yapıştırıcı ve taş tozlarıyla, ya yerel tarihi, ya da bir efsaneyi ama her ikisinde de sınırsız, sorumsuz, kışkırtıcı düşlerini anlatıyor.

Belki akıl işi değil, ilk bakışta ama O, Hikmet Öz. Tarsus kırsalında, deniz kenarında, Toroslar’da taş toplamaya çıkmış yıllar boyu.

Rengarenk taşların damarlarında, oyuklarında gizli, renklerin kendi içindeki farklı kokularını, tonlarını aramış adeta.

O özellikli taşları kırıp, adeta un haline getirip, hakim ana damar renkten, belki on ayrı tonu yakalayan Hikmet Öz’ün hayallerini taşıyan hamal renkler onlar.

Tarsus’un tarihi ve efsanelerine kendini ve düşlerini adamış bir sanatçı O. 9 bin yıllık kent tarihine, yine bu toprakların taş tozlarıyla renk vermeye, gelecek kuşaklara aktarmaya inanılmaz özen gösteriyor.

Belleğim ve bilgim eğer ki beni yanıltmıyorsa, eskiden Amerika kıtasında, Kızılderililer’in yağmur duası için, yerlere bu tozlarla yaptıkları resimleri yaratan isimsiz kahramanlar dışında, artık dünyada yaşayan bir başka Hikmet Öz yok.

Anadolu’nun sessiz bir köşesindeki tarih ve efsane kokan bir şehre sığınmış. „Bir tek bu topraklarda huzur buluyorum“ diyor, neden İstanbul, Ankara gibi, sanatın, sanatçının yoğun olduğu bir çevreye girmemesini özetlerken. „Bu şehir benim“ diyor, „ben de bu kentin, kendisiyim“ diye ekliyor.

Bir dönem Muğla’da İl Kültür Müdürlüğü yapmış. Farklı bir aydın çevre ile tanışmış ancak, „Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkanı“ misali, duramayıp, büyük bir özlemle Tarsus’a dönmüş.
Evi ev değil, sanat atölyesi sanki…
Her taraf özellikli renklerden taşların tozu ve tablo… ve tablo… ve tablo…

Göz göze geliyoruz. Suç üstü yakalanmış gibi mahcup bir gülümseme var yüzünde. Gözlerinde bir yorgunluğu sezinliyorum. „Nereye kadar Hikmet Bey?“ diyorum.
Omuzlarını silkeliyor: „Gittiği yere kadar?“ derken, sanki bir sitem var.

Biraz kurcalayınca, bir sanatçının, hakettiği değeri ne yazık ki bulamadığını hissediyorsunuz. „Burası Türkiye“ diyor. Yerden göğe kadar haklı.

İnanın, Hikmet Öz, bir Alman veya Fransız sanatçı olsaydı, böylesine güçlü çalışmalarıyla bugün Batı’da tarihe geçecek bir isim olurdu. Yani Öz, Batı dünyası için bulunmaz bir sanat sermayesi… Kullanabilirsen, anlayabilirsen tabii ki…

Tarsus sokaklarında veya şehrin bazı sosyal çevresinden insanlara merak edip soruyorum, Hikmet Öz’ü tanıyorlar mı? diye. Çoğu „yok“ diyor. Sanki bir sokak veya kurum adresi sormuşum da, bilmiyormuş gibi.

Kimi de, nedense: „Haaa, bizim Taş Hikmet mi?“ diye geçiştiriyor.

Herkes, onun sağdan soldan taş toplayıp birşeyler yapan biri olarak görüyor ama, O, sandıkları O değil.

Bence, dünyada ileride adı büyük harflerle yazılacak bir sanat kahramanıdır Hikmet Öz. Taş tozlarından düşleri, düşleri de efsanelerle besleyen bir asil Tarsus şovalyesi.

Tekniğiyle „Modern Mozaik“ diye biliniyor ve eserlerinde tamamen taş tozlarından doğal renkler hüküm sürüyor. Bir diğer deyişle, klasik dönemlerde oda tabanlarına ve sonra ise, duvarlara uygulanan mozaik sanatının günümüze uyarlanması, onun çizgisi.

Düşünebiliyor musunuz, neredeyse, her bir toz taneciğini tuvale, nakış işler gibi yansıtmanın, kondurmanın ve yakıştırmanın nasıl bir sanat olabileceğini…

Zoru seçmiş Hikmet Öz. Hatta olmazı tercih etmiş. Üretmeyi bir yaşam biçimi olarak görüyor artık. İlerleyen yaşına rağmen, gününün önemli bir bölümünü geçirdiği evinde resimleriyle hergün renki ve uzun yolculuklara çıkıyor. Neden? diyorum.

Yanıtı ilginç. İnsanın, üretebildiği ve doğayı değiştirebildiği sürece, kendine özgü bir kültür doğurarak, insanlaşabildiğine inanıyor. Doğayı değiştirmenin ve tabiata egemen olmanın gizli bir hazzını yaşıyor Hikmet Öz.

„Benimkisi bir yoldur. Bu yolun amacı ise, insan üretkenliğinin sonsuz gücüne omuz vermek ve insanlaşma çabası içerisinde, varolduğu ortaya koyabilmektir.“ diyor.

Hikmet Öz’ün işi zor. Farkındayım. Ama inanıyor: „Yolum belli“ diyor ve ekliyor:

„Adımlarımla, düşlerimle, gözlerimin ve parmaklarımın gücüyle, evrenselliği yakalamaya çalışıyorum.“

Hedefe ulaşmak nedir? diye soruyorum. 
Hedef, insanın kendisidir, diyor, yani yine insana erişmeyi düşlüyor, yani kendine…

Hikmet Öz, Türkiye’de hakettiğince tanınmamış olsa bile, O’nu tanımış olmanın eserlerine dokunabilmenin inanılmaz bir ayrıcalığını hissediyorum içimde. Kendimi biraz ayrıcalıklı hissediyorum.

Yurtdışında, Almanya ve Hollanda’da açtığımız sergilerde, Batılı sanat dostlarının kendisine olan doyumsuz hayranlığını birebir yaşayan biri olarak, inanılmaz keyif almıştım, Öz ile aynı toprakların insanı olmaktan.

„Hiçbir insan, kendi toprağında arslan olamaz“ diye bir söz vardır ya hani; Hikmet Öz de bence, yanlış bir coğrafyada, yanlış bir zamanda dünyaya gelmiş, değeri yeterince anlaşılamayan bir dahi. Türkiye için bir kayıp.

Ama, yılgınlığa gerek yok diyorum. Çünkü insanlık tarihi, bunun birçok örnekleriyle doludur. Hikmet Öz, önümüzdeki 50 yıl, 100 yıl sonra, eserleriyle dünya sanatında isimleri anılacak, bir gerçek değerdir.

O bence, Tarsus’un, Türkiye’nin van Gogh’u… Picasso’su… Kendine özgü bir yaratıcı gücün inatçı kalesi.

Bunu birkaç kez söylüyorum. Yılgınlığa kapılmaması gerektiğini ve önemini ifade etmeye çırpınıyorum. Dinliyor, önünde günlerdir tir tir titrediği yeni bir eserin üzerine üç beş toz yumağı koyup, hikayeyi, öyküyü, efsaneyi, tarihi biraz daha tamamlayabilme gayreti içinde. Başını tuvalden kaldırmadan mırıldanıyor:

„Kimi insanların kıymeti, cartayı çektikten sonra anlaşılıyor, evet“ diyor, kendiyle hesaplaşır gibi. Yani, insanın kıymetinin, bu dünyadan göçüp gittikten sonra anlaşılabildiğini…

Türkiye’de sanatın içine tükürenler arttıkça, salyalarını nane sandıkça, gerçek sanatın, sanatçının yazgısı bu galiba…

Keşke, onları bugün iyi tanıyabilsek…
Keşke bugün değerlerini anlayabilsek…
O insanların bize, coğrafyamızın verdiği birer kültür mirası olduklarını görebilsek…
Koruyabilsek… Kollayabilsek… Kucaklayabilsek…
Yaşasın sanat! diye büyük bir keyifle haykırabilsek...

(Mehmet CANBOLAT Yorumladı)
Toplum Gazetesi/ALMANYA: (YazıYorum: 6 Aralık 2017)

Paylaş

0 Yorum

Yorum Yaz

Yorum yapmak için giriş yapınız.