Demre Üçağız Köyü'nden Bir Derenin Çığlığı... DOĞAYLA İNATLAŞMA, KENDİ SONUMUZU HAZIRLAMAKLA EŞANLAMLIDIR. NE KADAR FARKINDAYIZ ACABA? (Mehmet Canbolat Yorumluyor) - Toplum24
TÜRKİYE HABERLERİ

Demre Üçağız Köyü'nden Bir Derenin Çığlığı... DOĞAYLA İNATLAŞMA, KENDİ SONUMUZU HAZIRLAMAKLA EŞANLAMLIDIR. NE KADAR FARKINDAYIZ ACABA? (Mehmet Canbolat Yorumluyor)

Toplum24/ALMANYA (YazıYorum: 7 Ocak 2024)

Mehmet CANBOLAT Yorumluyor:

DOĞAYLA İNATLAŞMA, KENDİ SONUMUZU HAZIRLAMAKLA EŞANLAMLIDIR. NE KADAR FARKINDAYIZ ACABA?

Çok söylerim, çok kaleme dökerim.

„Bir ‚hiç’iz aslında şu kocaman evrende“ derim, „Bir -HİÇ-iz!“

Şu devasa hayatın içinde, gözle görülemeyecek kadar bir toz parçasının milyonda biri kadar bile değiliz, biliyor musunuz?

Şu gözümüzle, aklımızla tasavvur edemeyeceğimiz kadar sonsuz evrende, asla erişemeyeceğimiz bir derin ummanda, bir su taneciğinin, zerreciği bile değiliz.

Kimse, şimdi bunları duyup da, kalkıp insan olmanın erdeminden falan söz etmesin.

Açıkça söylüyorum.

Herbirimiz, kocaman bir „HİÇ“!

Varoluşumuzu bir kıymet olarak görecek isek, içinde bulunduğumuz evrenin dinamiklerine, güzelliklerine, doğasına, havasına, suyuna, bitkisine, toprağına, kuşuna, bizler gibi yaşayan ne varsa, bunların hepsine saygı duyacaksak, o zaman insan olarak kendimizi bir değere bindirebiliriz. Kendimizi ayrıcalıklı görebiliriz. İnsan olmaktan ötürü, mutlu olabiliriz. „Ne mutlu bize!“ diyebiliriz.

Ama öyle miyiz acaba?

Toprakla, suyla, dağlar ile, orman ile, sırf kendi küçük çıkarlarımız uğruna onların özüyle oynayan, ve bu yaşamsal değerlerin dengesini bozan, biz değil de kimiz?

Asırlardır doğanın kendi matematiğince oluşturduğu dengeyi, kendi çirkin ellerimizle bozan, biz değil de kim?

Kimdir, en yumuşak ve kaygan zemin olan deniz kıyılarına, yumuşak ıslak kumdan topraklara, adeta kumdan kaleler, apartmanlar dikenler? Ve bir deprem anında uykusuz geceler geçirerek feryat edenler; Kim?

Kimdir ormanları fütursuzca katledip, korkunç egoları uğruna talan eden, ekili verimli kutsal toprakların belini kıran, her tarafı çarpık yapılaşmaya, gereksiz ucube sanayileşmeye sebep olanlar? Kim?

Sözde uygarlık ve sözüm ona; enerji santralleri, madenler, uğruna, acımasızca yerle bir edilen dağlık, ormanlık alanlar, vadilerde yaşayan doğamızın dengesi bizim dışımızdaki tüm canlılar alemine, hayatı dar edenler? Kim?

Akbelen köylülerinin direnişi hala gözümün önünde.

Köylü halkın, kadınların başını çektiği Akbelen bölgesindeki ormanların yok edilmesine karşı çıkarken, içlerinden kimisinin, yaşlı teyzeler ve genç kızların ağaçlara kendini bağlaması, hala gözüm önünde dün gibi.

Evet, dünyanın dört bir tarafında, sanki ağız birliği etmişcesine, kısa vadeli çıkar hesapları uğruna doğa katlediliyor. Dünyadaki iklim değişikliklerinden hemen hepimiz yakınıyoruz ama, bu değişikliğin sorumlusunun kendimiz olduğunu da unutmayalım.

Daha rahat, daha rantçı bireysel kısa vadeli çıkarlar uğruna göz yumduğumuz bu talan düzeni, boşvermişliğimiz, üç maymunları oynama kolaycılığımız böyle sürüp gittikçe, asla durmayacak demektir.

Kazdığımız bu kirli kuyuda bir gün, teker teker boğulup gideceğiz gitmesine ama, bunun ne kadar farkındayız acaba?

Buzulların erimesi, kimi bölgelerde kuraklıkların artması, su baskınları, tusunami, kasırgalar, depremler, neden ileri geliyor dersiniz? Durup dururken olan şeyler mi bunlar?

Elbette değil. Bir sebebi vardır. Sebep yine biziz. BİZ!

Doğa kendi dengesini bir şekilde kurmuş ve bu evrende birer zerrecik olarak bize de, hatır için yaşama fırsatı vermiştir.

Ancak, doğanın bizim dışımızdaki tüm dinamikleri, kendi sorumluluğunun bilincindeyken, biz inanılmaz boyutta hainlik peşindeyiz.

Sanki evreni yaratan bizmişiz gibi. İstediği gibi oynama, düzeni değiştirme hakkını kendimizde görebiliyoruz.

Evet böyle görüyor biz zavallılar.

Evet! Kendi kuyusunu, kendi ölümünü hazırlayan, egolarına kurban olan birer zavallıyız belki de…

Kendi düşen ağlamaz, diye bir atasözümüz vardır. Çok doğru. Kendi kısa vadeli hevesler çıkarlar uğruna göz yumduğumuz bunca talan karşısında, hala bir nefes alabiliyorsak, şükretmeliyiz bence.

Daha da kötüsü bekliyor hepimizi diyorum, böyle giderse.

Kimbilir başımıza daha neler gelecek, bizler kısa vadeli çıkar hesaplarının kuyruğuna takılıp gittikçe…

Ses vermedikçe… Karşı koymadıkça…

İtiraz etmedikçe… Ve direnmedikçe.

...

Çoğunuz gibi ben de bilmiyordum, önceki güne kadar.

Taa ki, Antalya bölgesinden bir köyde emekliliğini yaşayan Feza Tiryaki isimli bir çevre dostunun kaleme alıp yolladığı bir yazıyı okuyuncaya kadar.

Bir de gazeteci meslektaşım Yusuf Yavuz’un „Konforlu sürüş için antik kentlerden otoyol geçirilecek“ başlıklı yazısını görünce.

Yusuf Yavuz, bu çalışmasında „Myra, sura ve Hoyran gibi antik kentlerden geçen Antalya’nın batı ilçelerindeki bölünmüş yol projesinin yeniden gündeme düştüğüne dikkati çekiyor ve toplumu çevre duyarlılığı bağlamında uyarmayı deniyordu satırlarında.

Avazının çıktığı kadar bağırır misali…

Feza Tiryaki’nin, şimdi aşağıda özüne hiç dokunmadan sizlerle paylaşacağım ve inanılmaz ayrıntıları içeren bilgi ve gözlem dolu mektubu, adeta, kulaklara küpe olurcasına öğreti yüklü bir tarih ve gözlem yolculuğu gibi geldi bana doğrusu.

Şöyle diyor Antalya’nın Demre ilçesinde, Kekova Antik şehir yöresi olarak da tanınan Kale Üçağız köyü sakinlerinden çevre aktivisti diyebileceğim Feza Tiryaki:

ÇIKARCILARIN KISKACINDA BİR DERENİN HAZİN ÖYKÜSÜ...

„…Finike'den, Kalkan'a kadar yapılması düşünülen bir yol projesine kurban edilecek bölgeler, yerler, antik kentler... Hem de sırf 74 kilometrelik bir ek yol yapımı içinmiş bu yıkım, talan... Duyun da gülmeyin: Daha konforlu bir sürüş imiş, bunca yıkımın, doğayı bozmanın, gereksiz masrafların nedeni. Dünya harikası yerlere, bilirsiniz kolayca gidilmez, hep zorlukla, güçlükle ulaşılır öyle yerlere. Zaten kolayca gidilse, yolu düzayak olsa bir yerin, o yer, dünya harikası olarak kalmaz, kalamaz, azgın yapılaşma önlenemez, doğası bozulur, yıpranır, özelliği yiter, sonra, o yerin eski güzelliğini ara da bulasın…

Gazetecimiz, bu yol yazısını belgelerle, haritalarla, krokilerle, yazışmalarla bezemiş. Çoğu ilgili kişi de suyollarına zarar verileceğini, arkeolojik alanların bozulacağını, olayın boyutunu bu yazıdan öğrenmiş.

Bizde çevre yazıları çok çok önemlidir, çevreyi koruyanlar, doğa, orman, ağaç, dere, göl, deniz dostları, tarihi eserlerin değerini bilenler, hatta bazen seyrek de olsa ilgililer olayı o yazıdan öğrenirler, çevre dostları, çevre koruma kurumları, dernekler o yazılarla harekete geçerler, olayı duymayana duyururlar.

Sizlere şimdi böyle gizlenen, sessiz ve derinden yürütülmeye çalışılan başka bir çevre yıkımı olayı anlatacağım. Anlatacağım olayın bu yol hikâyesiyle doğrudan bir ilişiği yok. Yusuf Yavuz’un anlattığı büyük yol projesi ilerlerken, birileri, biz de bu kargaşadan yararlanalım, rant uğruna eski defterleri karıştıralım, bu yol kargaşasında arazimizin değerine değer katalım demişler. Yani aklı zorlamışlar, çevre yasalarını zorlamışlar, yerel seçim öncesi yerel belediyeleri zorlamışlar, bir de elleri kolları güçlü ya, köyün dişlilerinden ya, gözü karartmışlar: Aklı zorlayan, inanılmayan bir duruma imza atmışlar, baskı kurduklarına da attırmışlar, köyün dere boyunda arazisi olan tek kişileri olarak.

Köyün tek deresine, her yıl köyün yaslandığı dağların suyunu taşkınlarla denize ulaştıran tek deresine, birinci derece çevre koruma bölgesine kendileri için yol yaptırma, dere yatağını yola çevirme. Hem öyle böyle de değil, Afrika’nın balta girmemiş ormanları gibi ağaçlık, çalılık, bataklık olan, köyden bile kimsenin gidip göremediği, içinde gezinmediği, yok saydırılan bu yere, yaşayan bu tabiat harikasına, milyonlarca yılda oluşmuş taşlı yatağıyla, toprağıyla taşıyla canlıların korunağı bu dereye patika yol açmak değil düşündükleri, çevreyi gezmeye gelenlere “gezgin yürüyüş yolu için” çevre düzenlemesi de değil. Ne peki?

Eni en az on metrelik oto yolu!

Bunu da gururla duyuruyorlar. Bize de parmak sallanıyor, açıkça tehdit ediliyoruz: “Bu işe karşı çıkmayın, biz istiyoruz dedik mi o iş olur! Mecbur köylü de ister, kimse ses çıkaramaz!”

Bu işi kotarırlarken neler söylenmiş, kimlere nerelere neler anlatılmış bilmiyoruz. Gizli gizli, yalnızca kendilerinin bildiği, takip ettikleri bir iş olmalı bu! Bu kadar sesleri yüksek çıktığına, işi bizi tehdide kadar götürdüklerine göre.

“Deremizin Hikâyesi” şöyle:

Burası Kekova Üçağız Köyü. Yeni adıyla Kaleüçağız Mahallesi.

Bölge Birinci Derece SİT (koruma) alanı. Turizm bölgesi. Çevre koruma yasaları nedeniyle çivi çakılamayan, yapılaşmaya izin verilmeyen, eski evleri, kaleleri, kemerli taş duvarları, yerden fışkıran, gölcüklerde biriken, daima akan soğuk su kaynakları olduğu gibi korunan bir yer. Arkeolojik yönden çok değerli bir bölge. Likya medeniyetinin kalıntıları her yanda, umulmadık her yerde, her köşede, denizde, iç kısımlarda, tepelerde, derelerde, subaşlarında, evlerin avlularında… Kale duvarları, kale surları hemen köy içinde, deniz kıyısında, üstte. Tarih ve yaşam iç içe… Bizans dönemi kiliseleri, bu kiliselerin duvarları, bozulmamış kilise kalıntıları, ayakta kalan eski yapıları, o dönemin evlerinin duvarları, dibekleri, su kuyuları bölgeye yayılmıştır. Köy içinde, çevresinde, ta Demre’ye kadar her yan tarihtir. Denizde batık kent, denize inen antik dönemin duvar kalıntıları, merdivenleri, antik dönemin taş oyma kral mezarları. Dim dik ayakta duran yüzyıllara meydan okuyan eski kiliseler…

Üçağız Köyü deniz kıyısından başlar, eski devirlerin kalıntıları, evler kıyıya paralel biraz yükselir, yayılarak denizi çevreler.

Köy meydanı, denizin doldurulmasıyla sonradan yakın zamanda oluşturulmuştur. Köyden Demre’ye, Kaş’a, köye bağlı karayolu ile gidilir. Çevreli Köyü’nde, caminin arkasındaki kavşaktan bir yol Demre’ye, diğer yol Kaş’a gider. Köyün arkasını yaslandığı, çevresini çepeçevre saran dağların suyunu, yağmurunu taşıyan tek bir deresi vardır. Bu dere, kimi yeri çok dar bir dere yatağıdır, suyoludur, bu yatak, dereye paralel uzanan yandaki araziden takip edilirse, sonra dere içinde ilerlenilirse bir süre sonra derenin kaynağına, oradaki tarihi bir mağaraya ulaşılır. Derenin iki yanı buralarda gittikçe yükselir, dere çok yüksek bir vadinin arasında kalır, hele bir yanı, yanındaki dağa iyice diktir.

Köyün deniz kıyıları bataklıktır, alttan su akıntılıdır, sazlıktır, deniz börülceli, deniz bitkilidir su yanları. Gözle gözükür. Bu yüzden kıyıdan denize girilmez, motorlarla, kayıklarla, gezginci (tur) gemileriyle ilerdeki koylara gidilir, oralarda yüzülür. Gelen turistler teknelerle denizde dolaştırılır, sudaki, karşı kıyılardaki batık kent kalıntılarını görürler, buranın eşsiz koylarında da yüzerler… Köyde, kıyıların her yanından denize gizli açık akan buz gibi tatlı su akıntıları, küçük su gölcükleri vardır.

Bu derenin ağzı son yirmi yıla kadar denize akan bir suyoluydu, yaz kış akardı denize, denize ulaşan yeri çakıl taşlı, normal bir çaydı. Sonra arabalar Kale Köy’ün arkasına (Kale Köy, bir dünya incisi. Karayolu olmayan dünyanın iyi korunan dördüncü cenneti.) karadan gidebilsin, geçsin diye meydanla birlikte derenin denize akan ağzı dolduruldu, beton döküldü derenin denizle bağlantılı kısmına. Dere zamanla betona yenildi, bu yüzden suları yağmursuz havalarda kesildi ama toprağın nemi, dere yatağının alt suyu hiç kurumadı, içten aktı. Derenin ağzında da, yanda, tarihi, üstü kemerli, taş örmeli bir kuyu vardır. Sarnıç (Zindan). Burası gezgincilere hiç gösterilmez, işareti yazısı falan yoktur, diğer bazı tarihi kalıntılar gibi, unutulmuştur. Zaten önü, önündeki yalak taşının çevresi de yakın zamanda betonla kaplanmıştır.

Derenin son kısmı iki üç metre derindeydi o zamanlar, beton döküldükten sonra bu ağız kısmına gelen sellerle dağdan akan dere suları derenin ağzına taş toprak biriktirdi, dere ağzını doldurdu, yükseltti. Derenin içindeki yanındaki ağaçlar derenin taban suyuyla beslenirler ki hiç kurumazlar, büyürler, gelişirler. Milyonlarca yılda oluşmuş derenin su akışıyla cilalanmış gibi duran kayaları derenin ağzından hemen sonra başlar… Doğası korunma altındaki bu yerde, köyün tek deresi bir tabiat harikasıdır, her yanından yeşillik fışkırır, dere yatağı yer yer derinleşir, zemindeki toprak gözükür, taşlar üstte kalır. Sel bastığında su yüksekliği iki metreyi geçer… Bazı seller köy meydanındaki otoları önüne katıp sürüklemiştir. O derece sel baskınları olur.

Köye, yukarısından oto yoldan girilir, evlerin arasından kısa bir yol gidilerek o dediğim dolgu köy meydanına çıkılır. Otobüsler buraya kadar köy girişinin hemen üstündeki park yerlerinden gelir, yolcu boşaltırlar, yine yukardaki park yerlerine dönerler.

Köyün girişinde, dara düşüldüğünde pek çok köye giriş seçeneği vardır. Bir kez bu giriş yolu bir kazayla tıkandığında hemen yandaki park yeri olarak kullanılan araziden, doğru yandaki arazinin içinden geçen taşlı çakıllı kısa yoldan geçilerek, denizin doldurulmuş alt kıyısına ( tahmini 40/50 metre aşağıya) ulaşılmış, oradan köyün ikinci meydanına açılmış araba yolundan ana otoyola dönülerek yalnızca üç beş dakika sürecek giriş çıkış sağlanmıştı. Yukardaki bu yoldan denize inilip, oradaki doldurulmuş yoldan geçilip yarım yuvarlak çizilmişti.

Dere boyunca uzanan topraklarının piyasa değerini artırmak istiyorlarsa, turizmden kazandıklarıyla yetinmiyorlarsa kimileri, kendi topraklarının içinden pekâla yol geçirebilirler. Yok eğer köyün araba trafiği falan filan diye birtakım bahanelerle ilgililer kandırılmaya çalışılıyorsa, bu durum yerinde, tarafsız bir bilirkişi heyetiyle bilimsel olarak incelenmelidir. Bir de son yıllarda yaşanan iklim değişikliği felaketleri sorunu unutulmamalıdır. Bizim artık böyle adlı bir Çevre Bakanlığımız bile var: “Çevre, Şehircilik, İklim Değişikliği Bakanlığı.”

Bu su yatağı, bu derenin yatağı, çevresindeki dağların suyunu boşaltan tek yer. Dereye yol yapılabilir mi? Bu düşünebilir mi? Bu çağda! Bu dönemde!

Dereye dokunmadan ille de isteniyorsa ikinci bir yol yapmaya onlarca çözüm yolunun bulunduğunu zaten gören göz görecek, işleyen akıl bilecektir. ( Köy girişinden başlayan başka yol alternatifleri, bir kaç kez mecbur olununca kullanılan köy girişindeki diğer yan yol, Alan yolundan Kale köyünün altından başlayan köye giden yol) köy girişine gelmeden yukarıya doğru düşünülen yol geçişleri- bunları herkes biliyor, hep konuşulmuş yıllarca- köyün üst girişine daha büyük otobüs park yeri yapmak -bunu köyden söylüyorlar, doğasını korumak isteyenler- turistleri köye taşımak için kalabalık günlerde belediyenin elektrikli araçlar tedarik etmesi, onları kullanmak, koca koca devasa otobüsleri yukarda tutmak, köyü böylece rahatlatmak, elektronik trafik sistemini geliştirmek... Daha neler... Planlı düzenli bir trafik yönetimi, çevreyi koruyarak, bozulmasına izin vermeden. Burası gibi dünyada eşi olmayan bir yeri, bu “Altın yumurtlayan tavuğu” birilerine kestirmeden, öldürtmeden.

Bir sürü yol alternatifi olan her yerden geçirilebilecek ikinci bir yol için kim bilir kimin yönlendirmesiyle kimin çıkarı için doğanın doğal suyoluna göz dikilmiş. Bedavadan talan. "Kısa günün kârı." Köyde iki de bir dedikodusu çıkan, her defasında yapımından vaz geçildi denilen, yılda en az iki kez taşan, taşınca da köy meydanındaki arabaları bile önüne katıp sürükleyen, diğer zamanları kuru kalan köyün dağlardan inen suyunu boşaltan bölgenin bu tek deresini, rant uğruna yola çevirmek isteği…

Böylece, SİT bölgesi yasası delinecek. Korunan çevre yağmaya açılacak.

Çıkarı olanları durdurmak… Buralar bize emanet, emaneti korumalıyız, geleceğimiz için yasalara uymalıyız diyenlere sözümüz.

Park yerleri turizm sezonunda buranın en büyük kazanç kapısı. Derenin kıyılarını oyarak park yerleri yaptırmayı düşünüyorlarmış üstelik dediklerine göre. Bedavadan, kamu malına, herkesin deresine, derenin yatağına el koymaktan başka nedir bunu düşünmek? Hem de üstünde herkesin hakkı olan, halka ait, devlete ait bir yere göz dikilmesi, doğaya kıyarak rant elde etme isteği, görevlileri yönlendirme, yüksek birimleri kandırma, parmağında oynatma...

Yerel seçim öncesinde kotarılıyor bu işler. Denildiğine göre de seçimden önce başlanacak, hemen bitirilecekmiş bir ailenin arazisini çevreleyecek, sonra yukarı dönecek bir kısa yol. Olan dereye olacak. Geri dönüşü olmayacak bu yıkımın. Yalnızca ilgili kişileri zengin edecek, köyü ise mağdur edecek, gelecekte doğasının korunmasıyla para kazanan bu yerin çocukları başlarına ne getirildiğini bile anlayamayacaklar.

Bozulan betonlaştırılan dere, yağan yağmurları çekemeyecek, suları yer altına salamayacak ve taşkınları daha kudurgan, daha kötü olacak! Doğaya kıyılmasından, güzelliklerin öldürülmesinden, betona teslim olunmasından hiç söz etmiyoruz bile.

İşin en acısı da bütün bu işlemler gizli saklı yürütülüyor.

Durum değil köye, dereye kıyısı olan evlere bile haber verilmiyor.

Köye sezonda, yaz aylarında kontrolsüz sayıda özel arabasıyla turist geliyor, bu gelişin düzenlenmesi, gün ve saat dağılımı, uyarısı, yukarda belli merkezlerde bekletme, ayarlama, düzenleme yapılmıyor ki köye giriş ve çıkışlarda izdiham yaşanıyor sezonda. (Elektronik ortamda bunun düzenlenmesi ne kolaydır. Biraz emekle, işbirliğiyle, köylünün ekmek teknesi böyle bir bölgeye kıymadan, doğasını bozdurmadan. Avrupa’nın, ABD’nin koruma bölgelerine bir göz atmak yeter bunun için.)Sonra da, sezon sonunda, bu en kolay görünen doğa saldırısına geçiliyor. Bilim karşıtlığına kimse dur diyemiyor mu? Akıl bilim devreye giremiyor mu? Derelere dokunmanın örnekleri herkesçe bilinirken, hele İklim değişikliğinin getirdiği taşkın felâketleri gözle görülürken ders alınmıyor.

Neden hemen akıllara tek taşına dokunmaya kıyılamayacak, içerisi yılların birikimi doğal bitki örtüsüyle bezeli, günümüze dek iyi kötü korunmuş dereyi, doğayı betonlaştırmak geliyor? Bozmak, yıkmak geliyor? Büyük sellere davetiye çıkarmak, doğayla oynamak geliyor? Doğası korunduğu için gezginlerce çok tutulan bu yeri bozmaya kalkışmak, bu yüzden deyim yerindeyse altın yumurtlayan tavuğu kesmeye kalkışmak değil midir bunu düşünmek bile? Ekim ayında sözde dereyi incelemeye gelen üç belediye görevlisi yirmi otuz adımdan sonra beş on dakika oraya buraya boru sokup dönmüşlerdi. Doğru düzgün incelenmeden, arkeolojik kalıntıları tespit edilmeden, sel taşkınları, gelecekteki sel felaketleri hesaplanmadan bu acele karar ne için? Bu işin arkasında kim var?

Demre Belediye Başkanı Gülsüm Cengiz, Aralık ortasında konuyla ilgili sosyal medya( iletişim) hesabına yazmış:

“ Üçağız için çok söylüyoruz su baskını olur dere yatağı dedik. Ama ne muhtara ne halka anlatabildik. Bugün Muhittin Başkana da söylediler bakalım hayırlısı.”

Bu bilgi de işin en can yakıcı kısmı:

Burasının, Dünya Kültür Mirası listesine girmesi, dünyaca da korunması, bilinmesi için, devletimiz tarafından UNESCO’ya başvurulmuş, yanıt bekleniyormuş. O derece değerli, dünyaca tanınan bir yer.

Buralar çocuklarımız için korunmuyor mu? Atalarımızın emaneti değil mi?

Çevre kuruluşlarına, Çevre ve İklim Bakanlığından, Çevre Koruma SİT bölgesi koruma birimlerine kadar ilgili yerlere durumu iletiyor, seçim öncesi planlanan bu çevre kırımı projesine dur denilmesini istiyoruz.

Doğası korunan 1. Derece SİT alanına bu kadar acımasız olunabiliyorsa, rantçıların eliyle, buraları bilmeyen görevliler yönlendiriliyorsa, doğaya kıyılması göze alınabildiyse... Üstelik tüm bunlar, seçim üzeri bilmediğimiz ne pazarlıklar sonucundaysa...

Buna dur denilmesi, toprağını, taşını, yerini yurdunu, ülkesini seven bizlere düşüyor...

Aklın yolu bir. Sonunda aklın galip geleceği inancıyla, durumu bildiriyoruz, aklın duruma el koyması, bu yanlışlığın düzeltilmesi dileğiyle…
Bölgeyi tanıyanların, sevenlerinin, çevrecilerimizin desteğiyle…

Durumu, dostların kamuoyuna duyurmaları dileğiyle…

…/

Evet aklın yolu bir, Feza Tiryaki’nin de ifade ettiği gibi.

Doğa dediğimiz şey, aslında biziz. Kendimiz yani. Doğaya yönelik her kötülük, kendimize atılmış bir çelme, sarfedilmiş ağır bir söz, vurulmuş bir tokat, savrulmuş bir bıçak ve kendimiz hedefli bir kurşun gibidir. Altımızda bir tahta iskemle, boynumuzda asılı yağlı bir urgan gibidir.

Yanlışlığı asla affetmeyen bir dinamikler bütünüdür doğa.

Buna karşı yapılan her haksızlık, her yanlışlık, aslında kendi sonumuzu biraz daha erkene çekmek demektir.

Çünkü doğaya yönelik her hamle, kendi ayağımıza sıkılan kurşunla eşanlamlıdır.

Çünkü doğa yaşam demektir. Yaşamımız.

Kendimize bir garazımız yoksa, canımızdan henüz bezmedi isek, toplumsal cinnet geçirmiyorsak, daha insanca yaşamak, hayatı güzel solumak istiyorsak, doğamıza sahip çıkmaktan, ona uyumlu bir dost olmaktan başka yolumuz yok.

Var mı sizce?

EVET SİZCE? diyorum.

Var mı?

Mehmet CANBOLAT Yorumladı.

Toplum24/ALMANYA (YazıYorum: 7 Ocak 2023)

Paylaş

0 Yorum

Yorum Yaz

Yorum yapmak için giriş yapınız.