24 Temmuz Basın Bayramı'nda Düş mü Kuralım, Düşünelim mi? - Toplum24
KÖŞE YAZILARI

24 Temmuz Basın Bayramı'nda Düş mü Kuralım, Düşünelim mi?

Toplum24 / ALMANYA (YazıYorum: 24 Temmuz 2023)

Mehmet CANBOLAT Yorumluyor:

24 TEMMUZ BASIN BAYRAMI’NDA (!) DÜŞLEMEK Mİ GEREK? YOKSA DÜŞÜNMEK Mİ?

„MENFAAT KARŞISINDA KÜÇÜLENLERDEN, BÜYÜK YETİŞMEZ…“

Karmaşık duygular içinde oluyor insan bazen.

Yoğun bir yaz sıcağındayız şu günler. Hava öylesine bunaltıcı. çünkü Temmuz ayındayız.

İşte öylesi bir pervasız hava, yüreğinizde zamanla birikmiş, ama kimselerle, tüm açıklığıyla paylaşamadığınız, bastırılmış konularla üst üste örtüşünce, üst üste katlanınca, birşeyler geçiyor içinizden. "Neden?" diye haykırmak istiyor gibisiniz.

Çünkü bugün günlerden, 24 Temmuz 2013.

Türkiye’de Basın Bayramı yani.

Daha açıkçası; Osmanlı döneminde, basında sansürün kaldırıldığı 24 Temmuz 1908 tarihindeki İkinci Meşrutiyetin ilanı ve daha sonra Falih Rıfkı Atay tarafından Gazeteciler ve Basın Bayramı olarak her yıl 24 Temmuz tarihinde kutlanılması için ortaya atılan ve uygulanan bir fikirdir.

Size mesleğinizle adeta evli olduğunuzu hatırlatan, düşlere sürükleyen ve zaman zaman da düşündüren bir gündür aslında bu 24 Temmuz.

Yani Türkiye’de basına sansürün kaldırılışının yıldönümündeyiz.

Gazetecilik! Bir sevda diyebilirsiniz buna, yıllar sizden çok şeyi alıp götürse bile kopamadığımız bir çocukluk aşkı belki de…

Evet, yanlış okumadınız. „…bugün günlerden 24 Temmuz 2013…“ diye, tam 10 yıl önce bugün, kaleme aldığım bir yazımda böyle düşünmüşüm. Türkiye’de basına yönelik baskıların, bugün hangi noktaya geldiğini hassas bir büyüteç ile izlediğimde, tüm çıplaklığı ile görebiliyorum.

24 Temmuz, Türkiye’de basına sansürün kaldırılmasının yıldönümü ama, bugün bir bayramdan nasıl söz edebiliriz ki!

Mustafa Kemal Atatürk, 1929 yılında ne demiş biliyor musunuz?

"...Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini, samimiyetle yazmalıdırlar..."

Bugün bu gerçeğin „geçer akçe olmadığı“nı herkes biliyor, herkes görüyor artık.

Büyük Önder'in olması gereken görüşlerinin önünde, ne yazık ki günümüzün despot engelleri, kalın bir duvar gibi duruyor.

Son 10 yılda gazetecilere, televizyon yorumcularına, muhalif düşünürlere yönelik tehdit ve baskıları gözledikçe, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayalinin, düşüncesinin ayaklar altına alınmadığını kim söyleyebilir bana şimdi.

Mesleki anlamda düşündürücü ve ülkemiz adına utandırıcı bir tablo ile yüzyüzeyiz maalesef.

Batılı basın dünyasında, Türkiye’nin karnesinin bir dizi kırıkla dolu olduğu artık biliniyor ve basına yönelik baskı ve tehditler, cezalar… cezalar… da çok düşündürüyor beni.

Ülkede 21 yıldır mevcut tek siyasi egemen güç, tartışmasız tek irade, muhaliflere nefes aldırmıyor. Gazeteciler, „terör üyesi olmak“la itham ediliyor. Savunmasız insanlar, haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, gözdağı ve ibret olsun diye, uyduruk bir iddianamesi bile olmadan, birilerinin keyfi isteğine göre, aylarca, yıllarca cezaevinde tutuluyor.

Bunun en son örneği ise, Tele1 gibi keskin ve korkusuz muhalif ortam olarak sivrilen televizyon kuruluşunun kurucusu, anası, ebesi, koruyucu kalesi, yorumcusu, genel yayın yönetmeni Dr. Merdan Yanardağ’ın başına gelenlerden, Türkiye toplumunun çoğunluğu habersiz ama, dünya adeta O’nu ve yaşadığı baskıları konuşuyor. Alman meslektaş grubunun bir toplantıda söyledikleri beni de ülkem adına biraz üzdü, acıttı ama, gerçek buydu.

Merdan Yanardağ elbette bir ilk değil. Son da olmayacak göründüğü kadarıyla. Yıllarca demirparmaklıklar arkasında ömrü törpülenen Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Enis Berberoğlu, Barış Terkoğlu ve daha nicelerinin hapishanelerde çürümeye terkedilmesi, susturulmaya çalışılması, nasıl unutulabilir ki…

İsyan edesi geliyor inan olan insanın. Çünkü gazeteci olmaktan da öte, birer insan onlar. Demirparmaklıklar arkasında, bir mum gibi, zor koşullarda adeta kendi umutlarına ışımaya çabalayıp durdular nice zaman boyu.

Bugüne dönüp bakalım. Sansürün kaldırıldığı bir tarihin yıldönümünde, Türkiye’de öyle adı gibi bir bayram havası var mı acaba? Kutlamak şart mıdır? Hem neyin kutlaması?

Bunca yoğun sindirme politikalarının, mahalle baskısının en ağır biçimde egemen olduğu bir Türkiye'de, Basın Bayramı kutlamanın alemi nedir?

Yurtdışında, basının görece daha özgür olduğu bir ülkede dahi, Türkiye konulu haberleri kaleme alırken bizler, en az iki kez oturup düşünmek zorunda kalıyorsak, meslektaşlarımızın Türkiye'deki özgürlüğünden söz etmek, kötü niyet yoksa, olsa olsa saflıktır.

Kim saklayabilir ki!...

Gazetecinin elinde, kaleminde, yüreğinde artık yıllardan beri bir “otosansür” mekanizması belirleyici. Bunu kimse yadsımıyor. Yani kendi kendinizi frenlemek zorundasınız. Acı ama gerçek bu. Kim için, hangi kurum için neyi nasıl yazacağını tasarlarken, sonrasında ne olup biteceğini de artık gözetmek zorunda kalıyor insan.

Farklı ortamlardaki sohbetlerde, konu Türkiye ise, artık dinlemekle yetiniyorsunuz. Gazetecilikte alçakgönüllülükten de öte, "şimdi ne desem?" sorusunun yanıtını bulamayışınızdan veya "ne olur ne olmaz..." kaygısından ileri gelen bir refleks bu. Hele ağzınız birkaç kez bir şekilde yanmışsa...

...

Adını vermeden, kendini T.C.'nin yetkili temsilcisi gibi gören ve iktidar çevrelerinin tek yetkilisi gibi görenlerin, isim vermeden, yanlış hesap açarak, hakkınızda yaydıkları asılsız suçlamaları, "Türkiye Düşmanı" bir insan olarak sizden en yakın zamanda hesap sorulacağını söyleyen de var; açık ihbar yapıp, sizin en yakın adresinizin Silivri olması gerektiğini düşünen de...

T.C. devletini yurtdışında temsil eden şahsiyetleri bile, vücut dilleri ve imalarıyla, “Kolum Ankara’ya kadar uzanır...” diye böbürlenen zat-ı muhteremlerin, kaleminden başka birşeyi olmayan insanlar için neler üretebileceklerini düşünmek bile istemiyor insan.

Ama yine de söylemek ve düşünmek gerekiyor.

Zor bir süreçten geçiyor Türk basını. Böylesi bir ortamda bir gazeteci olarak, kendinizi hala sansürsüz, özgür hissedebilir misiniz

Bırakın, Türkiye'de olup biteni, bunlar son yıllarda Almanya'da kendini Türkiye ve filanca mevkii adamları konusunda yetkili ve belirleyici görenlerden aldığımız tepkiler bunlar...

Şimdi gelin bu ortamda özgür olun, düşüncenizi, gerçekleri hiçbirşeyin etkisinde olmadan hür biçimde dillendirin.

- Bunu yazarsam, acaba filanca ne der?

- Bu konuyu işersem, şu şahıs nasıl tepki gösterir?

- Bu mesele bize göre değil! Nemize gerek!

- Ya Beyefendi kızarsa... Ya Hanımefendi alınırsa...

Bunlar da size yalnız olduğunuz zaman, uzaydan değil, kendi içinizden gelen seslerdir. Vicdanınızı zorlayan gitgeller yani. Korku olmasa bile, yaşamının önemli bölümünü gazeteciliğe adamış bir insanı kahreden otosansür mekanizmasından başka ne olabilir ki bütün bunlar.

Kimsenin kimseyi aldatmaya, gözünü boyamaya hakkı yok, diye düşünüyorum.

Öyle sanıldığı gibi özgür olmadığımızı düşünüyorum.

Düşünmek ve düşlemek.

Hangisinin diğerine önceliği var acaba?

Ben düş kurmanın, düşünce öncesi bir aşama olduğunu varsayıyorum.

Bu nedenle hep düş kurmaya öncelik veriyorum.

Buradan, Mustafa Kemal Atatürk'ün "...Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini, samimiyetle yazmalıdırlar..." sözünün, bugün için güzel bir düş olduğunu haykırmak istiyorum.

Hayal kurması bile özgür olmayan, sansür kıskacında, mahalle baskısı gölgesinde olduğu gibi ağır basan tek düşümü buradan yineliyorum:

"Türkiye, 24 Temmuz'da gazetecilerin gerçek anlamda, özgür olduğu bir ülke olsa..."

diyorum. Bugün, sırf düşüncesini ifade ettiği ve mevcut siyasi erkin hatalarını dile getirdiği için cezaevinde olan, dışarıda olsa da, başında sürekli biçimde „Demo Kles kılıncı“ gibi sallanan, yani bir dizi mahkeme duruşma, dava ile uğraşan, tehdit alan, ötelenen gerçek anlamdaki tüm meslektaşlarımın, düşüncelerinden, yazdıklarından, söylediklerinden ötürü, gerçek ve otosansür zindanlardan çıkıp, özgür kalacakları günü, doyasıya ve yıllardır birikmiş duyguların eşliğinde bir bayram günü olarak kutlamayı hayal ediyorum.

Çok büyük bir düş olmasa gerek...

Masum ve insani bir istek bence bu.

Ne zaman ama? O gün, ne kadar yakın?

Bilen var mı?

Buruk bir bayramı, biraz öfkeli, biraz isyan gibi anarken, bu özel „düşünceyi ifade özgürlüğü“ gününün fikir babası, Gazeteci Yazar Falih Rıfkı Atay’ın şu sözüyle bitirmek istiyorum ama düşündürücü sohbetimizi…

O’nun sözü, bugün dünyanın neresinde olursa olsun hep siyasi güçlerin kölesi olmuş ve kapısı önünde önüne konacak birşeyleri bekleyen gazeteci kılıklı, hamam soytarılarını öyle bir güzel ifade ediyor ki… Başka bir yoruma da gerek olmasa gerek.

”Menfaat karşısında küçülenlerden, büyük yetişmez.” (Falih Rıfkı Atay)

Mehmet CANBOLAT Yorumladı. (Karikatürler: Turhan Selçuk -Kalem ve Cezaevi çizgileri)

Toplum24 / ALMANYA (YazıYorum: 24 Temmuz 2023)

Paylaş

0 Yorum

Yorum Yaz

Yorum yapmak için giriş yapınız.