"FAHRI IŞIK İLE BİR ZAMANA YOLCULUK..." - Toplum24
KÖŞE YAZILARI

"FAHRI IŞIK İLE BİR ZAMANA YOLCULUK..."

Toplum24 / ALMANYA (YazıYorum: 4 Eylül 2023)
Mehmet CANBOLAT Yorumluyor:

MEMLEKETİN BİRİNE FARKLI BİR ZAMAN YOLCULUĞU…
„Bir Başkadır Fahri Işık’lı Yaz Geceleri Kadim Tarsus’un…“

Her ülkenin mutlaka farklı kahramanları vardır.

Bunlardan kimisi ya bir efsane olur günün birinde ve dilden dile dolaşır. 

Her bölgenin, her şehrin de elbette yerel kahramanları da yok değil.

Anadolu'nun dört bir yanı bu tür saygı duyulası o kadar çok isimle dolu ki.

Herbirinin geçmişten bıraktığı iz, bugün bile sohbetlerin bol bol konusu olur.

Ben de bugün, doğup büyüdüğüm bir şehrin, Tarsus'un 10 bir yıllık geçmişinden bugüne kadar gelip geçmiş nice kahramanlardan birini, yaşayan bir kahramanını, izninizle sohbetimize katık edineceğim.

Elbette, Kleopatra'nın Antonyus ile tanışması bu şehirde olmuştur.

Elbette, Hıristiyanlık inancının dünyaya yayılmasında Hazreti İsa'dan çok Tarsus'un öz evladı Aziz Paulus'un katkısı olduğunu söylemek gerekir.

Bilal-i Habeş'in kabri, Yedi Uyurlar'ın efsanesi Eshab-ı Kehf, Lokman Hekimimiz, bu şehrin kimliğidir.

Tarsus'un Kidnos yani bugünkü ismiyle Berdan Irmağı'nı hangi akla hizmetse artık, küçük arklar açarak, ana kanalı adeta kurutan isim kurutmasıyla, yani kötü kahramanlığıyla zalim Komutan Justinyan'ı elbette kötü anmak gerekir.

Şahmeran'ı katleden yine Tarsus'u bir dönem yönetmiş, bedbah olası kötü bir yöneticiyi nasıl anmayız ki! Ve elbette kimi ülkelerde bugünkileri aratmayacak kadar yalakalarını unutmak ne mümkün!

Daha nice kahramanlar var, nice... İyi veya kötü...

Unuttuklarım olursa bağışlasınlar lütfen... Öteki dünyada hesabını sorabilirler.

Ölümsüz şiirleriyle Ümit Yaşar Oğuzcan geliyor aklıma. 

Atatürk'ün imzasını sadece Türkiye'de yüreklere değil, dünyada belleklere kazıtan yaşayan efsanemiz Etem Çalışkan Ağabeyi nasıl unutabilirim.

...ve... ve... ve...

Bugün lafı böyle evirip çevirip, getirmek istediğim şahsiyet ise, öyle imparatorluk yönetmiş birisi değil. Ama öyle bir iz bırakmış ki! Çocukluğumuzun efsanesi. Türkülerin Tarsus toprağına özgü efendisi. Zaman zaman hatırladıkça, türkülerini duyunca, evimizin yakınındaki Park Havuzbaşı Sandal konserleri geliyor hatırıma.

Bugün O yerel kahramanı anmamın sebebi ise, çay içerken cep telefonuma düşen bir etkinlik duyurusu oldu. Onu belirteyim.

Tarsus Belediyesi, bu değerli müzisyen kahraman için bir onur gecesi düzenlemiş. Yani Sanatta 65. Yıl Konseri.

Sevindim. Bugün Tarsus'ta olsaydım, herhalde tüm programımı değiştirip, bu konseri izlerdim.

Çocukluğumuza, çocukluktan gençliğimize geçiş döneminde bir müzik köprüsüydü çünkü O. Kaçırılır mı hiç böyle bir fırsat!

KİM BU KAHRAMAN?

Kim mi? Fahri Işık. Tarsus'un toprağından yetişmiş, ün yapmış, bölgenin önemli sanatçısı olmuş, Türkiye'nin bugün bile beğenilen kimi eserleri bestelemiş bir müzik elçisidir bu isim.

Eskiler iyi hatırlar, Türk sinemasında, yanılmıyorsam Tarkan, film efsanesine göre, kurtların ininde büyümüş bir kahraman ile gözlerimize bir damla gibi sızmış ve orada kalmıştı.

Fahri Işık ise, sadece türkü veren ağaçların olduğu bir bahçede, türkü kokusuyla büyümüş gibi gelirdi bana.

Onu 5 Eylül günü böyle bir etkinlik ile onurlandırmak, Tarsus'un sorumluluğu idi.

Geç bile kalınmış olsa da, olumlu bir girişimdir ve emeği geçen kim varsa, kutlamak gerekir.

O konser başka bir alanda yapılacak olsa dahi, 5 Eylül akşamını gözümde iyi canlandırıyorum. Organizasyon yetkililerinin, sahnenin arka planında dev bir ekran koyacağını tasavvur ediyorum.

Ve orada "Fahri Işık"lı günlerde, 50 yıl öncesinde, sandal konserlerinden güzel görüntülerle, fotoğraf veya slayt görselleriyle bir sinema filmi şeridi olacaktır mutlaka? diyorum. Belediyenin bunu düşündüğünü tahmin ediyorum ve bu hayalle birlikte, bugün çok uzaklarda olsam bile, aynı kurguyla bu onur konserinde sanki orada olacakmışım gibi geliyor şimdi bana.

...

Olmasa bile, olanla yetinelim diyorum yine de.

Son zamanlarda sık söyler oldum. Kazık çakmaya gelmedik şu dünyaya.
Unuttuğumuzu birden hatırlamak kadar güzel bir şey var mı hayatta?

Fahri Işık'ı 50 yıldır görmüyorum. Ben gibi O da uzun yıllardır yabana Tarsus'un dışına savrulmuş bir isim.

Bundan tam 3,5 yıl önce O'nun hakkında bir portre çizmeye çalışmışım bir başka sohbetimde. Onu hatırladım ve arşivden bulup çıkardım.

Gelin isterseniz, şimdi biraz Tarsus'un geçmişinde Fahri Işık ile farklı bir zaman yolculuğuna çıkalım.

Umarım ve dilerim, sizler de bu yıllanmış yazıdan bazı esintileri, nostaljik bir akışkanlıkta kendi yaşamınızda da duyumsarsınız.

Neler düşünmüş, neler yazmışız o günlerde bakalım...

...

FAHRİ IŞIK İLE HAVUZBAŞI'NDA FARKLI YAZ GECELERİ

Kapatın şimdi gözlerinizi ve kemerlerinizi bağlayarak, farklı bir zamana yolculuğa hazır olun.

Pişman olmayacaksınız. Çünkü, kimleri göreceksiniz bu yolculukta...

Kimbilir kimleri…

Memlekette insanı bazen canından bezdiren sıcak bir yaz akşamı düşünün...
Mesela bir havuz başındasınız...

Üflemese bile, birazcık olsa eser gibi yapıp, gıdıklıyor koltuk altlarını mübarek rüzgar… Ne menem bir rüzgarsa, artık.

Havuzun sularına çepeçevre ve ciyak ciyak ışıklar yansıtılmış…
Dersiniz ki, burnundan kıl aldırmayan O burnu bir karış havada ünlü Fransız iç mimarlar yapmış tüm kompozisyonu.

Ama doğruya doğru. Avrupa’nın en güçlü iç dekoratörleri bile, haltetmiş sayılır; o havuzu gerdanlık gibi süsleyen elektrikçi kalfası „Oşoş Yusuf’un dünyanın yedinci harikasına namzet, yeteneği yanında.

Havuzun dört bir çevresinde, dört ayaklı eğreti tahta masalar dizili…
Ve üzerinde, uyumsuz damalı renkli, kimi bıçak darbesinden izli, dördüncü sınıf muşamba örtüler...

Ortalık kadınlı erkekli, görece, kendince, hallince şık insanla dolu. Sanki bayrammış gibi, özene bezene giydirilmiş çocuklar da cirit atıyor oralarda.



Bir kadın, kızının sol bacağına çimdik atarak, tenini bağırtırcasına sıkıyor:

„Otuuuurr… Oturrr. zilli! Kurt mu var gıçında? Ananın karnında nasıl durdun öyle dokuz ay?..“

diye haşlıyor, canından bezmişcesine…

Masalardan kiminde bol maydonoz ve summak-soğanlı yemek var. Ve bir de acılı kebabın dumanlı kokusu tütüyor burnunuza karşıdaki ocaktan… Kimi masada ise, yemeklerin yarısı yenmiş, kalanı soğumuş biraz tabakta.

Bu da kimi için, olmazsa olmaz bir oyun kuralı sanki.

Kiminde ise, belki üzümü, karpuzu, kavunu bol bir meyve tabağı... Şalgamsız olur mu hiç! Ama tartışmasız, çoğunda yerli gazoz veya üflenmiş kolalı, meyveli ama bol şekerli içecekler...

Sorsanız, viskiyi veya votkayı katıksız yudumluyor kimi mübarek...

Garson iki de bir, „Başka bir arzunuz var mı?“ demesin diye, çaktırmadan gıdım gıdım içtiği de, ya meyve suyu, ya da otuziki dişine trampet çaldırtan bol asitli, yerli toros veya şellale gazozu.

Masanın üstü kadar altı da bir başka alem, görmeyin!

Karanlıkta pek seçilmese bile, günebakan denilen ayçiçeğinin, işi bitmiş kara kabuklarından oluşan küme küme kalabalıklar…

Çocuklar kurt varmış gibi iki de bir kalkıp dolaştıkça, ayağıyla toprağa bastıkça, alttan gelen çıtır çıtır sesler…

Masalarda, herkese göre, birbirinden ilginç ve çok möööhhiiim sohbetler de yok değil.

Ama oradaki herkes, istisnasız hem kendi; hem değil…

Çünkü havuzbaşında oturup, aile boyu toplanmak, kolay değil. Çünkü böyle bir eğlence mekanı, herkesin, her babayiğidin harcı değil.

Çünkü Tarsus'un yakıcı sıcak akşamlarında, yerli halkın lüks programıdır havuzbaşı konserleri de ondan...



Ayrıcalıktır. Havuzbaşı, müstesna insanların mekanıdır da ondan.

Onca kalabalığa ve sahipsiz kollektif curcunaya rağmen, vakit, kendi yalnızlığında akıp gidiyor. Sandal, yorgun bir beygir misali, dink gibi dolaşıp duruyor havuzu habire…

Mübarek, öyle bir süslenmiş ki, sanki, Kleopatra ile Antonyus'u buluşturan o muhteşem tarihi gemi geçiyor bir daha önünüzden. Antonyus’a benzeyen sandaldaki bir adam, Kleopatra’nın beklediği tarihi Tarsus Limanı’na yanaşıyor.

Daracık bir köşesinde üçbeş çalgıcı oturmuş ve milleti şen-şakrak tutabilmek için inanılmaz bir gayretle yırtınıyor. Arada bir patrona manalı bakıp, darbukasına ritm attıranı da, „görmedim“ demeniz, mümkün değil.

Memleketin sıcağından olsa gerek; çoğunun teni esmer, bakışları gibi.
Akşam için özenle giyindikleri o kolalı beyaz gömlekler, sallanan gemiye doluşmuş çalgıcılara yakışmıyor da değil doğrusu. Kimisi bir iki numara büyük bile olsa da…

Laf olsun, torba dolsun diye seyyar sandaldaki çalgıcılar, sahnede birbirlerine pas atarmış gibi, gülüşmeye görsün; o yarı karanlıkta bile altın dişleri, "buradayım abi…“ diyor.

Dedik ya; havuzbaşında misafir olmak, öyle herkesin haddine mi?

Değil tabii.

O bir gün için bile olsa, orada olmak, masa ayırtmak, sandala bakmak, sınıf atlamak gibi bir şey. Bir büyük ayrıcalıktır havuzbaşında bir akşam, bir konseri, en yakından ve ilk sıradan izleyebilmek.

Hele bir de yapılan bir ara anonsta „Sayın maarif müdürümüz de, eşleriyle birlikte teşrif ettiler. Oooo, Stadyum Müdürümüz Sayın Faruk Soydan Beyler de buyurmuşlar… Hoşgelmişler… Şeref vermişler… “ duyuruları yok mu?

Var mı bundan daha güzel, başka bir keyif, söyler misiniz?
Öldürür bunlar adamı.

Geri katmanlarda ise, küme küme beleşçiler görünüyor. Parkın içinde, sanki 100 yıl önce betondan yapılmış kanepeler var ve o kadar da sağlam herbiri. Ve her yaz öncesinde, üzerine kalınca boya çekilen ve parlatılan o tahta kanapelerin dili olsa da, anlatsa yaşadıklarını bugün.

Sıra sıra dizilmiş, kadınlar kızlar... Ooohhooo…. Gecenin bir yarısında çocuğunu çaktırmadan emzireni mi ararsın, çimenlere uzanıp, don gömlek keyif çatan o kılları bol herifleri mi…

Yandaki 40 santimlik bir karış, orası burası dökülmüş su kanalcığınınbir üstünde bir altında „çimmek“ için çırpınan, yani yüzmenin dayanılmaz keyfine varan ve dersiniz ki olimpiyatlara hazırlanan bol beyaz donlu bebeler…



Geride bir alkış kopuyor birden. Dönüp bakıyoruz. Millet, cümbür cemaat ayakta el sallıyor yüzen bir sandala doğru. Az önce dediğim sandal hani.

Işıkları o kadar ters ve kötü ayarlanmış ama, kimsenin umurunda değil. Herkes, o adamı görmek için, ışık çılgınlığında karanlığa kör bakıyor sanki. Bir başka ışığı görmek istercesine…

Biraz da merakla efsunlanmış biçimde o yöne doğruluyoruz.. Ve derken sandalda bir adam görünüyor. Ama ne adam! Boyu, sırım gibi uzun ve ince... Albenisi deseniz, bir o kadar artistik. Vay beee!

Sandaldan bozma sallanan seyyar sahneye baktıkça, başı dönüyor insanın.
Ha düştü ha düşeceksiniz sanki o anda havuza. Ama O, o renkli gözlü, beyaz takım elbiseli erişilmez adam, dimdik ayakta ve bir o kadar mağrur...

Doğruya doğru. Yakışıklı adam.

Dönme dolap misali, sandal ağır ağır salınıp dolanırken, O adam, her geçtiği masada oturanlara ve elbette gerideki ağaçların altında bekleşen, ellerinde taze yeşil nohut demetli bakışan kadınlara, heriflere, avare beleşçilere el sallıyor...

Havuz başına ilk sıra çöreklenmiş olanların, önlerinden geçen sandaldaki o güzel sesli, boylu poslu yakışıklı adama doğru bakışlarındaki özel mana ve hayranlık izleri, inanın, öyle üç beş kelime ile, anlatılacak gibi değil...

Peki kim o adam? Kim bu, uzaktan müthiş yorumuyla agora meyhanesinden, yürek yakan dizeleri, konukların gözlerine bakarak söyleyen, acıyı, özlemi, hasreti, yaşanmışlıkları, yaşanamamış ne varsa artık hepsini, gözlerden yüreklere şırınga eden O insan....

Kim acaba...



…Adı Fahri Işık... Tarsus gecelerinin unutulmaz yıldızı… Gündüzleri ana caddede, ve bazen dükkanların girişine, ağaçlara asılan siyah beyaz afişlerde, bırakın Yesilçam’ın jönlerini, Holywood yıldızlarından daha güzel dört numaralı bakışı ile belleklerde yerleşmiş, sadece geceleri gökyüzünde zuhur eden bir yıldız O. Bakışı ve duruyu yetiyor aslında afişlerde, Tarsuslular’ı tarihi parkın havuzbaşına davet etmeye…

Ha sahi, öyle „havuzbaşı“ deyip de, geçmeyin.

Dünyanın en lüks, en pahalı gazinolarından daha keyifli bir mekan... Gün boyu, su ile yıkanıp adeta cilalanan bir doğal salon adeta.

Gün batmadan cümbür cemaat gelip, yer kapmayı deneyen kimi konuklara kıyaklık olsun, biraz serinlik versin ve biraz da bahşiş derdinde olan garsonların sulama manevraları da, öyle gözden kaçacak gibi değil…

Ortam deseniz, silme turunç kokulu bir arena sanki.

Bu arada, o garibim üç beş ördeğe bile, anlaşılan rahat yok sularda...

Gündüz memleketin kavurucu sıcağında, hani „benim“ dediği sularda serinlemeye fırsat bulamayan ördekler, gece dönüp duran sandalın savurduğu dalgalar ile, kaçacak delik arıyor, karanlık bir köşe bulur iseler tabii ki…

Ama ne mümkün! Nereye dönseler, hertaraf altmış watlık lambalarla ışıl ışıl. Bu arada ortalık koşuşan garsonlarla dolu.

Eğreti ve kimine üç numara büyük beyaz kolalı önlükler ile, bu adamlar, arı gibi her köşeye vızır vızır yetişmeye çalışıyor....

Çünkü adım adım, fıldır fıldır kendilerini izleyen patron, bir yandan da mutfağa, şef garsona talimatlar yağdırıyor. „Tarla benim“ der gibi, tam bir gövde gösterisi.

Ne yapsınlar; hepsi o gün için ekmek parasının derdinde...
Gece geç saatlerde, perde inip, sessizlik çökünce, yerel ağızda „galle"denilen kasaya, daha fazla paranın girmesi lazım...

Hele bir de, patronun ağır misafirleri varsa… Mesele daha çok mühim hale geliyor. Çünkü böylesi ağır zevatları ağırlamak da, bir o kadar ağır…

Mesela kaymakam bey mi desek… Veya belediye başkanı, cumhuriyet savcısı?.. Hakimi-makimi veya bir de hükümet doktoru derken...

„Devletlimiz, başımızın tacıdır“ diyor tabii ki patron.
Sıkıysa demesin hani! Kolay mı Tarsus’ta esnaf olmak!

Kolay değil,
Ve derken, üç beş masa doluyor kendiliğinden zaten. Hem de güzel köşeden… Sandala tam nazır bir yer yani…

Acısı bir yerden çıkmalı bu raconun.
Sonra ne yüzle bakar ki yarın bir gün, bu büyük mühim zatların yüzüne…

Müşteri memnuniyeti iyi ama, o möhüm zat-ı zevatın ve yedi sülalesinin ve bir de başkent Ankara veya İstanbul’dan gelmiş özel misafirlerinin memnuniyeti, çok çok daha önemli.

Memleketin çok mühim eşrafı olunca, elbette, patronun yedikuşak akrabası da tünüyor masalara. Kaynanası, anası, tanası, cücüğü, böcüğü, yedi tekmil sülale bir arada….

Neyse…
Gecenin bir yarılarına kadar kadar sürüp giden, farklı bir dünyadır havuzbaşı konserleri, farklı bir dünyanın yorgun şehri olan o kadim Tarsus’umuzun…

Ha sahi, bunu da hatırlatmazsam, gözüm açık gider inanın;

Ya o etrafta, sanki milattan öncesinden kalmış, o iri kıyım dev ağaçlardan dökülen ve çocukların parmaklarına takıp oynadığı, poz verdiği, anaların kızlarına iyi bir koca nasip ve güzel bir baht niyeti tuttuğu o "beşparmak gülleri"ne ne demeli...

Ve ne demeli o dönemlerin çocukluktan gençliğe yürüyen genç kızların, parmaklarını süsleyen o renkli ama çoğunda „karpuzun göbek kırmızısı“ gibi parmak güllerini öpüp koklarken, yüzündeki utangaç tebessümlere, kaçamaklara…

Ya o etrafta kaynamış mısır veya ciklet satmak için korsan turları atıp dolanan yoksul aile çocuklarının hali?…

Yine patrondan durup dururken fırça yememek için, „hassstiiirrr…“ diye, dişlerini gıcırdatarak, tavuk kişeler gibi kovaladığı çocukların, bir yandan başındaki tablası, bir yandan da, üç beş madeni parası dökülmesin diye, önlüğüne, pantolon cebine sıkı sıkı sarılan çocukların telaşına ne demeli?..

Ya masa başında ailesiyle gelip konser izleyen saçları yandan taralı genç kızları uzaktan süzen, bıyıkları, biraz da memleket sıcağından terlemiş, ispanyol paçalı, kimi de kendini tarık akan sanan, uzun saçlı, o bitirim delikanlılar…

Ahhh ah; karanlığa körü körüne göz kırpan delikanlılar…
Ve naz çeken siz kızlar…

Ve… daha neler neler…
Sen çok yaşa e mi; Fahri IŞIK…
Neler getirdin durup dururken aklıma…

Heyyy gidi günler... Hey gidi günler…

Mehmet CANBOLAT Yorumladı.
Toplum24 / ALMANYA (YazıYorum: 4 Eylül 2023)

Paylaş

0 Yorum

Yorum Yaz

Yorum yapmak için giriş yapınız.