Toplum24 / ALMANYA (Makale: 17 Ağustos 2023)
Kemal ŞENER Yazıyor:
ANA
Marks da Lenin de sosyalizmi sistem olarak savunurlarken, akıllarında insanları zincirlerinden ve insanın insana kul olmasını kurtarmaktan, sadece bir defalığına 60-70 yıl için gelinen bu dünyada insanca yaşamalarını, mutlu olmalarını sağlamadan başka düşünceleri yoktu.
Kafalarında “korku imparatorlukları” kurmak, diktatörler yaratmak asla yoktu. Onlara günün birinde Stalin diye birinin milyonlarca insanı inim inim inleteceği söylense bir defa değil bin defa sosyalizmden vazgeçerlerdi.
Bana kalırsa yanılgılarının nedeni sistemin yanlış olması değil, insan denen yaratığın bozuk olması. İktidara şöyle böyle sahip olanların o makamları sahiplenip koltuklardan bir daha kalkmamak için ne sistem, ne yasa, ne hukuk tanımamaları. Biz Türkler bu dönemleri yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz; ne onlar ders aldılar, ne de biz, seçenler aldık.
14 Mayıs 1950’de en iyi niyetlerle ete kemiğe büründürdüğümüz demokrasiyi partisinin adı “Demokrat” olan Menderes, diktaya döndürmeye kalkınca hem canından oldu, hem geleceğimizi hala aydınlatamayacağımız kadar kararttı. Oysa bize altın tepsi ile sunulan batılı demokrasi gelişebilir ve bugün biz de bir Finlandiya olabilirdik.
Neyse, konumuza dönelim. Sosyalizm ne yazık ki odağına insanı ve onun mutluluğunu koymasına rağmen yöneticilerinin tamamının bir istisnasıyla dikta hevesleri yüzünden 60 yıl bile yaşayamadı. Malenkov, Brejnev ve Andropov gibi diktatörlerin arasına kapitalizmin anavatanı Amerika’da bile halkın sevgisini sempatisini kazanan Kruçef girmesine rağmen bu gidişat önlenemedi.
Önlenemedi çünkü; insanları dikta ile yönetmek ilelebet olası değil, sonları ya kendilerini, ya devletlerini mahvetmek oluyor. Tarih kitapları bunun örnekleriyle dolu. İran Şahı Rıza Pehlevi için aylarca gömülecek bir toprak parçacı bulunamadı; çünkü hiçbir ülke kabul etmedi. Romen diktatörü Çavuşeşko karısıyla beraber bir duvar dibinde kurşuna dizildi. Honecker güney Amerika ülkelerinde geze dolaşa bir ev bile bulamadı. Mussolini’yi İtalyanlar ayaklarından sokaklarda sürüklediler. Hitler kendi tabancasıyla hayatına son verdi.
Konu ister istemez sapıyor. Gene dönelim asıl yazacağıma. Maksim Gorki’nin eseri Ana’nın siyah beyaz filmini izledim. İngilizce alt yazılı sessiz bir film; ama beyaz perdenin klasiklerinden sayılıyor. Ana aynı zamanda, Gorki’nin “bir başkaldırı ve umut romanı” olarak da kabul ediliyor.
Uzmanlar Ana’yı “Gördüğü şiddet ve yoksulluktan insanlığını unutmuş bir kadının, sosyalist dünya görüşünü benimsemiş genç bir işçi olan oğlunun tutuklanmasından sonra, dünyanın değiştirilebilir olduğunu keşfetmesinin hikâyesi” olarak tarif ediyorlar. Onlara göre “Toplumcu gerçekçi edebiyatın ilk örneği ve başyapıtı”.
Ana, Gorki tarafından 1906 yılında Amerika’da kaleme alınmış, aynı yıl New York’ta yayınlanmış. Bütün dünyada büyük yankı uyandıran roman, iki yıl gibi kısa bir süre içinde pek çok dile, bu arada Türkçeye çevrilmiş, Tanin gazetesinde 1908-1909 yıllarında tefrika edilmiş. Uzmanlar şöyle diyorlar:
“Gorki romanında Rus köylülerinin ve işçilerinin ağır yaşam koşullarını öfkeyle ve ustalıkla betimlemekle kalmaz; burjuva-aristokrat sistemin karşısında en eylemli ve en ilerici güç haline gelmekte olan sosyalist hareketin ilk filizlerini de gösterir.”
Romanın başkişisi Pelageye Vlasova, gerçek bir Rus devrimcisinin yaşamından esinlenerek çizilmiş, o derece gerçek.
Romanının özetine gelince; uzmanlardan aldım:
“Nilovna, Rusya’nın bir kasabasında yaşayan alkolik ve huysuz bir işçinin karısıdır. Kocası sürekli içki içmekte ve onu dövmektedir. Nilovna ise bu durumu kaderi olarak görmekte ve halinden şikayet etmemektedir. Kasabadaki diğer evlerde de durum çok farklı olmadığından kimse Nilovna’nın acılarına aldırmamaktadır. Kasabadaki herkes nedensiz bir kinle bir birlerine soğuk durmaktadır.
Kocasının ölümüyle Nilovna, oğlu Pavel’in yanına gider. Oğlu Pavel içki içmekten hoşlanmayan, kendini sosyalizme adamış, boş zamanlarında bol bol kitap okuyan, arkadaşları ile bazı toplantılara katılan devrimci bir gençtir. Ana, endişeli ve meraklı bir halde oğlu ve arkadaşlarını izlemektedir.
Onu en çok endişelendiren oğlu ve arkadaşlarının Hıristiyanlık hakkındaki düşünceleri ile oğlunun yakalanma ihtimalidir. Nitekim önce Andrey, sonra da oğlu tutuklanır. Oğlu Pavel, fabrika müdürüyle tartışmış ve bildiri dağıtmıştır.
Oğlu hapse girince Nilovna fabrikada bir işe girmiş ve bu defa da bildirileri içeri o sokmaya başlamıştır. Oğlunun izinden giden Nilovna, hapisten çıkan Andrey ‘in sayesinde okumayı ve yazmayı da öğrenmeye başlamıştır. Bu sayede Ana, Andrey’e i daha çok sevemeye ve Andrey’den oğlu hakkında pek çok şey öğrenmeye başlar.
Oğlu Saşa diye bir kızı sevmiş ama davası uğruna onu bile terk etmiştir. Oğlu hakkında bu gibi şeyleri başkasından öğrenmesi onun moralini bozar.
Pavel hapisten çıktıktan sonra da evlerine yapılan baskınlar devam etmiş, İspiyoncu Isay’ın öldürülmesinden sonra bu baskı daha daha da sıklaşmıştır.
Pavel ve arkadaşları 1 Mayıs hazırlıklarına devam ederken Ana, bu bayramda bayrağı oğlu Pavel’in taşıyacağını öğrenir. Bu ise Pavel’in kürek ya da sürgün cezasına çarptırılacağı anlamına gelmektedir. Ana, Pavel’in bu inadını saçma bulmakta ama oğlunu vazgeçiremeyeceğini de bilmektedir.
1 Mayıs’ta herkes sokaklara dökülür. Askerler alanı basınca grupta Pavel, Andrey ve birkaç yoldaşı kalmış, askerler de onları yakalayıp hapse atmışlardır.”
Bitirirken bir ironiye işaret etmek istiyorum. Marks ve Lenin sosyalizmi Rusya’nın köylü toplumu için değil, sanayi devrimini yaşayan ve emeğin gündemi oluşturduğu İngiltere için düşünmüşlerdi. Devrimin Rusya’da olması herkesi şaşırtmıştı. Bunları yazarken aklıma Dr. Zwago geldi. O filmde de bu ironiyi izlemiştik.
Ahmet Arif’in “Hasretinden prangalar eskittim” şiiriyle hoşça kalın:
“Seni, anlatabilmek seni
İyi çocuklara, kahramanlara
Seni anlatabilmek seni
Namussuza, halden bilmeze
Kahpe yalana
Ard-arda kaç zemheri
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya
Bir ben uyumadım
Kaç leylim bahar
Hasretinden prangalar eskittim
Saçlarına kan gülleri takayım
Bir o yana
Bir bu yana
Seni bağırabilsem seni
Dipsiz kuyulara
Akan yıldıza
Bir kibrit çöpüne varana
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin
Yitirmiş öpücükleri
Payı yok, apansız inen akşamdan
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene
Seni anlatabilsem seni
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini”
Kemal ŞENER Yazdı.
Toplum24 / ALMANYA (Makale: 17 Ağustos 2023)
0 Yorum